Akademik Unvanlar

  • 2015

      DOÇENT

    NEVŞEHİR ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ

  • 2021 2021

      PROFESÖR

    NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ

  • 2015 2014

      YARDIMCI DOÇENT

    NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ

  • 2014 2012

      YARDIMCI DOÇENT

    KAFKAS ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ

Öğrenim Bilgisi

  • Doktora 1998

    İbn Hüzeyme Sahihi ve İbn Hibbanın Sahihi ile Mukayesesi  "

    ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (DR) 

  • Yüksek Lisans 1992

    Yahya bin Main’xxin hayatı ve hadis ilmindeki yeri  "

    ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (YL) (TEZLİ) 

  • Lisans 1978

    ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ  

2015-2016 Önlisans hadis ilimleri ve usulü
2015-2016 Lisans Hz. muhammede Çağdaş yaklaşımlar
2019-2020 Lisans Öğretmenlik uygulaması
2019-2020 Lisans hadis II
2019-2020 Lisans hadis tarihi
2021-2022 Lisans ÖĞRETMENLİK UYGULAMASI
2021-2022 Lisans hadis 1
2018-2019 Lisans HADİS II
2018-2019 Lisans HADİS I
2021-2022 Lisans hadis usulü
2017-2018 Lisans HADİS III
2015-2016 Lisans Hadis metinleri Analizi
2017-2018 Lisans HADİS I
2017-2018 Lisans hadis II
2017-2018 Lisans Hadis Tarihi
2016-2017 Lisans Hadis III
2020-2021 Lisans hadis 2
2016-2017 Lisans Hadis tarihi
2016-2017 Lisans hadis usulü
2016-2017 Lisans Hadis ve Usulü
2016-2017 Lisans Hadis II
2020-2021 Lisans hadis 4
2021-2022 Lisans İLH 110- Hadis Tarihi
2014-2015 Lisans Hadis İlimleri ve Usulü
2015-2016 Lisans Siyer II
2020-2021 Lisans hadis II
2020-2021 Lisans Hadis I
2023-2024 Lisans mustafa ışık
2021-2022 Lisans İLH 305 HADİS III
2013-2014 Lisans Hadis Usûlü
2019-2020 Yüksek Lisans uydurma hadisler
2023-2024 Yüksek Lisans mustafa ışık
2021-2022 Yüksek Lisans UZMANLIK ALAN DERSİ
2021-2022 Yüksek Lisans TEZ ÇALIŞMALARI II
2021-2022 Yüksek Lisans TEZ ÇALIŞMALARI I
2021-2022 Yüksek Lisans TİB523 hadis usulü
2021-2022 Yüksek Lisans TİB 522- Hadis metinleri
2021-2022 Yüksek Lisans TİB 552- Uydurma hadisler
2021-2022 Yüksek Lisans hadis usulü metinleri
2021-2022 Yüksek Lisans hadis usulü
2020-2021 Yüksek Lisans uydurma hadisler
2020-2021 Yüksek Lisans hadis usulü metinleri
2020-2021 Yüksek Lisans hadis usulü
2019-2020 Yüksek Lisans tez çalışmaları II
2019-2020 Yüksek Lisans uzmanlık alan dersi II
2019-2020 Yüksek Lisans Hadiste metin Tenkidi
2018-2019 Yüksek Lisans hadiste metin tenkidi
2018-2019 Yüksek Lisans uydurma hadisler
2018-2019 Yüksek Lisans HADİS USÛLÜ
2017-2018 Yüksek Lisans HADİS USULÜ
2017-2018 Yüksek Lisans hadis metinleri
2016-2017 Yüksek Lisans HADİS USÛLÜ
2013-2014 Yüksek Lisans Hadis tenkidi
2013-2014 Yüksek Lisans Hadis Problemleri
2013-2014 Yüksek Lisans Hadis İlimleri
2021-2022 Doktora TİB 628- Kur'an-Sünnet İlişkisi
2021-2022 Doktora TİB 626- Klasik hadis Usulü metinleri
2021-2022 Doktora DOKTORA YETERLİLİK
2021-2022 Doktora Hadisleri Anlama Yöntemi
2021-2022 Doktora Hz. Peygamberin Fiillerinin Güncel değeri
2023-2024 Doktora mustafa ışık
2014-2015 Hazırlık Arapça
2013-2014 Hazırlık Arapça

Filtrele:

med cezir 201

IŞIK MUSTAFA, 2023.

Uluslararası Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: FCR yayın reklam, TÜRKİYE. | ISBN: 978-625-6436-72-5

Ekoller ve Kurumlar -Din Bilimleri-

IŞIK MUSTAFA, 2022.

Uluslararası Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: Mardin Artuklu Üniversitesi Yayınları, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-4202-94-2

Hadis Usulü

ARSLAN ALİ, GÜLTEKİN HİKMET, ERTAŞ HİKMETULLAH, BAYRAKTUTAR MUAMMER, GÜL MUTLU, AYDIN FATMA, AYDIN GARİP, KOÇYİĞİT YAKUP, 2022.

Ulusal Ders Kitabı Yayın Bilgisi: Lisans Yayıncılık, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-9498-80-7

MED CEZİR 101 (101 Hadis ve Hâdise)

IŞIK MUSTAFA, 2021.

Uluslararası Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: FCR YAYIN REKLAM BİLGİSAYAR SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. (Sertifika no: 13178), TÜRKİYE. | ISBN: 978-625-8005-37-0

Alimler Merkezi Kayseri

IŞIK MUSTAFA, 2020.

Ulusal Araştırma (Tez Hariç) Kitabı Yayın Bilgisi: netform, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-06847-8-0

MED CEZİR (101 HADİS VE HÂDİSE)

IŞIK MUSTAFA, 2020.

Ulusal Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: KİMLİK, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-7785-45-9

Hadis Usulü

GÜL MUTLU,BAYRAKTUTAR MUAMMER,IŞIK MUSTAFA,ARSLAN ALİ,KAYA ALİ,AYDIN FATMA,AYDIN GARİP,GÜLTEKİN HİKMET,ERTAŞ HİKMETULLAH,KOÇYİĞİT YAKUP, 2019.

Uluslararası Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: Lisans Yayıncılık, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-9498-80-7

Hadisleri Anlama Yöntemi- 5N1Kdan hareketle-

IŞIK MUSTAFA, 2018.

Uluslararası Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: FECR yayın, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-7570-08-6

Hz. Muhammed’xxin (s.a.s.) Diplomasi Anlayışı

IŞIK MUSTAFA, 2018.

Ulusal Kitap Tercümesi Yayın Bilgisi: Rağbet, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-9475-72-3

HADİS VE PSİKOLOJİ

IŞIK MUSTAFA, 2016.

Uluslararası Kitap Tercümesi Yayın Bilgisi: FECR, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-5482-93-0

TÜRK DÜNYASINDA KADIN ALGISI

IŞIK MUSTAFA, 2016.

Ulusal Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: Manisa Celal Bayar Üniversitesi Yayınları, TÜRKİYE. | ISBN: 978-975-8628-49-0

HADİSLERİ ANLAMA YÖNTEMİ

IŞIK MUSTAFA, 2014.

Ulusal Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: LAÇİN YAYINEVİ, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-5605-99-5

Eski kayseri (Evliya Çelebinin dilinden)

IŞIK MUSTAFA, 2014.

Ulusal Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: Heyamola, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-5419-99-8

HZ MUHAMMED İN DİPLOMASİ ANLAYIŞI

IŞIK MUSTAFA, 2014.

Ulusal Kitap Tercümesi Yayın Bilgisi: ifav, TÜRKİYE. | ISBN: 978-975-548-347-4

38 kayseri yazıları

IŞIK MUSTAFA, 2007.

Ulusal Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: Laçin, TÜRKİYE. | ISBN: 978-9944-423-29-8

Tarihi Kayseri de Kadının Adı

IŞIK MUSTAFA, 2005.

Ulusal Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: Kayseri Büyükşehir belediyesi kültür yayınları, TÜRKİYE. | ISBN: 975-8064-42-x

KAYSERİ DE MİMARİ ESERLERDE GEÇEN AYET VE HADİSLER

IŞIK MUSTAFA, 2003.

Ulusal Bilimsel Kitap Yayın Bilgisi: TÜRKİYE DİYANET VAKFI kAYSERİ ŞUBESİ, TÜRKİYE. | ISBN: 975-389-405-8

Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) İslam Ansiklopedisi

IŞIK MUSTAFA, 1999.

Ulusal Ansiklopedi Maddesi Yayın Bilgisi: Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) İslam Ansiklopedisi, TÜRKİYE. | ISBN: 978-605-71156-8-3

H. 4. Yüzyıl’ın İlk Yarısında, Hadis Kaynaklarında Tasavvufun Ayak Sesleri: İbn Huzeyme ve İbn Hibban’ın Sahih’leri Özelinde

IŞIK MUSTAFA, 2022

Uluslararası Hakemli Özgün MakaleEndeks: EBSCO, WorldCat, İSAM (İslami Araştırmalar Merkezi) Yayın Yeri: Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 9 Sayı: 32 DOI: 10.29228/TIDSAD.57393 ISSN: ISSN: 2149-083X

Tolstoy’un (Ö.1910) Hadis Seçkilerinin İçeriği

IŞIK MUSTAFA, MODAKİK Hidayetullah, 2022

Uluslararası Hakemli Özgün MakaleEndeks: Index Copernicus Yayın Yeri: Journal of Strategic Research in Social Science (JoSReSS) Cilt: 8 Sayı: 2 DOI: 10.26579/josrss.8.2.3 ISSN: 2459-0029

Hadis / Sünnette “Serbest Bölge”: İbn Hibban’ın (ö.354/965) el-Tekâsîm’i Özelinde

IŞIK MUSTAFA, 2021

Uluslararası Hakemli Özgün MakaleEndeks: sobiad, isam, tei, road, micrsoft academic, worldcat, scientific indexing services, advenced sciences index, researchbib. Yayın Yeri: TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi / The Journal of Turk & Islam World Social Studies Cilt: 8 Sayı: 31 DOI: 10.29228/TIDSAD.54144 ISSN: 2149-083X

İNSAN ÖLÜNCE DÜNYADAKİ EYLEMLERİ BİTER ÜÇ TİP HARİÇ” HADİSİNDENHAREKETLE, KESİNTİSİZ AMELLER”WHEN THE HUMAN DIES, HIS/HER ACTIONS IN THE WORLD CONCLUDE EXCEPTTHREE TYPES OF HUMAN

IŞIK MUSTAFA, 2020

Uluslararası Hakemli Özgün MakaleEndeks: EBSCO , MLAProquest CSA (Dilbilim ve Dil Davranışı Özetleri, Sosyolojik Özetler)Dizin CopernicusEuroPub VeritabanıIndex IslamicusSOBIADTEI (Türk Eğitim İndeksi)Proquest CSA (Dilbilim ve Dil Davranışı Özetleri, Sosyolojik Özetler)Dizin CopernicusEuroPub Veritabanı Yayın Yeri: Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi / The Journal of International Social Research Cilt: 13 Sayı: 70 DOI: 10.17719/jisr.2020.4164 ISSN: 1307-9581

HADİSTEKİ ‘YEDİ GÜZEL ADAM’IN KUR’AN-I KERİM’DEKİ İZDÜŞÜMLERİ / THE PROJECTION IN QURAN OF THE SEVEN BEAUTIFUL MAN IN THE HADIT

IŞIK MUSTAFA, 2020

Uluslararası Hakemli Özgün MakaleEndeks: EBSCO ,MLA,, Dizin CopernicusEuroPub Veritabanı iNDEX İSlLAMİCUS, SOBİAD Yayın Yeri: Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi / The Journal of International Social Research Cilt: 13 Sayı: 21 DOI: http://dx.doi.org/10.17719/jisr.2020.4164 ISSN: 1307-9581

UNDERSTANDING HADITH AND APPLYING TECHNIQUE OF ‘5 W’xxs AND THE H’ TO THEHADITH OF ‘HOLDING MU’ĀZ’S HANDS’ IN CONTEXT OF EDUCATION

DİLER RAMAZAN,IŞIK MUSTAFA, 2020

Uluslararası Hakemli Özgün MakaleEndeks: EBSCO, MLA, Proquest CSA, Dizin CopernicusEuroPub VeritabanıIndex Islamicus, SOBIAD, TEI Yayın Yeri: The Journal of International Social Research Cilt: 13 Sayı: 71 DOI: http: //dx.doi.org/10.17719/jisr. 10577 ISSN: 1307-9581

Hadisleri Anlama Eğitim Bağlamında 5N1K Tekniği nin Muaz ın Elini tutma Hadisi ne Uygulanması

DİLER RAMAZAN,IŞIK MUSTAFA, 2015

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: alan endeksi Yayın Yeri: Religious Scienses Cilt: - Sayı: 4 DOI: - ISSN: 111

KUR’AN’I EZBERLEMEYİ DEVEYİ KÖSTEKLEMEYE BENZETEN HADİS’İN EĞİTİM ÖĞRETİM AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

turan emine zehra,IŞIK MUSTAFA, 2019

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: ulakabim Yayın Yeri: Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD) Cilt: 6 Sayı: 3 DOI: - ISSN: 2148-9963

Bir Hadis: İki Kuşak

IŞIK MUSTAFA, 2018

Uluslararası Hakemli Özgün MakaleEndeks: EBSCO Databases, İSAM, ASOS, CROSSREF, SOBIAD, EKUAL Keşif Yayın Yeri: Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 5 Sayı: 10 DOI: DOI: 10.17050/kafkasilahiyat.385752 ISSN: 2148-8177

“Toplum Gemisi” Hadisinin Sübut Ve Anlama Çalışması

IŞIK MUSTAFA, 2017

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: tubitak Yayın Yeri: İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt: 8 Sayı: 1 DOI: - ISSN: -

SİYER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ

IŞIK MUSTAFA, 2017

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: DİRECTORY OF RESEARCH JOURNALS İNDEXİNG Yayın Yeri: Siyer Araştırmalar dergisi Cilt: 1 Sayı: 2 DOI: - ISSN: 2547-9822

Hadisleri Anlama Eğitim Bağlamında 5N1K Tekniği nin Muaz ın Elini tutma Hadisi ne Uygulanması

DİLER RAMAZAN,IŞIK MUSTAFA, 2015

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: Diğer endeksler Yayın Yeri: Religious Scienses Cilt: - Sayı: - DOI: - ISSN: 2199-1952

HARAKANİ DE SEVGİNİN FORMULÜ

IŞIK MUSTAFA, 2014

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: Diğer endeksler Yayın Yeri: HARAKANİ DERGİSİ Cilt: 1 Sayı: 1 DOI: - ISSN: 2147-6950

HADİSLERİN ÖĞRETİLMESİNDE ÇİZGİLERDEN YARARLANMA KIRK HADİS KIRK ÇİZGİ ÖRNEĞİ

IŞIK MUSTAFA, 2014

Uluslararası Hakemli Özgün MakaleEndeks: ASOS, ULAKBİM, EBSCO Yayın Yeri: TURKISH STUDIES Cilt: 9 Sayı: 5 DOI: - ISSN: 1308-2140

KİTABI MUKADDES VE KUR AN ÇERÇEVESİNDE HAYÂNIN EVRENSELLİĞİ UTANMADIKTAN SONRA İSTEDİĞİNİ YAP

IŞIK MUSTAFA, 2013

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: İSAM Yayın Yeri: CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DEFGİSİ Cilt: - Sayı: 17 DOI: - ISSN: 1301-1197

FITRAT HADİSİNİN OSMANLI NIN DEVŞİRME SİSTEMİNDE HAYATA AKSEDİŞİ

IŞIK MUSTAFA, 2013

Uluslararası Hakemli Özgün MakaleEndeks: ASOS, ULAKBİM, EBSCO Yayın Yeri: TURKISH STUDIES Cilt: 8 Sayı: 6 DOI: - ISSN: 1308-2140

Evrensel bir hadis denemesi Ben ve Öteki

IŞIK MUSTAFA, 2011

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: isam Yayın Yeri: erciyes üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi Cilt: - Sayı: 12 DOI: - ISSN: 2146-6386

HADİSLERDE BEDEN DİLİ VE İBNU HİBBAN ÖRNEĞİ

IŞIK MUSTAFA, 2011

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: ASOS INDEX, İSAM Yayın Yeri: Bilimname düşünce platformu Cilt: - Sayı: 2011/1 DOI: - ISSN: 1304-1878

Ürgüp Pazar Duası BağlamındaBirlikte Yaşama Kültürü

IŞIK MUSTAFA, 2019

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: Endekste taranmıyor Yayın Yeri: UMDE DİNİ TETKİKLER DERGİSİ Cilt: 2 Sayı: 2 DOI: https://orcid.org/0000-0001-7068-6253 ISSN: 2667-4939

TÜRK DÜNYASINDA KADIN ALGISI

IŞIK MUSTAFA, 2016

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: Endekste taranmıyor Yayın Yeri: TÜRK DÜNYASINDA KADIN ALGISI Cilt: 1 Sayı: 1 DOI: - ISSN: 978-975-8628-49-0

Sebebu Zikri l Hadîs Bağlamında Men Kezebe Aleyye Örneği

IŞIK MUSTAFA, 2014

Ulusal Hakemli Özgün MakaleEndeks: Endekste taranmıyor Yayın Yeri: Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: - Sayı: 18 DOI: - ISSN: 2148-7839

HADİS / SÜNNETTE “SERBEST BÖLGE” - İBN HİBBAN’IN (ö.354/965) el-TEKÂSÎM’İ ÖZELİNDE-

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: “Güncel Hadis Meseleleri ve Babanzâde Ahmed Naîm (Uluslararası Sempozyum) Etkinklik Tarihi: 05.11.2021-16.10.2022 Ülke: TÜRKİYE

DİN BİLİMLERİNDE ANLAM VE YORUM BAĞLAMINDA “BÜNİYE’L İSLAMU ALÂ HAMSİN” HADİSİNİN ZAMANLA LAFZEN MUTLAKLAŞMASI

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: Kongre Etkinklik Tarihi: 26.05.2022-16.10.2022 Ülke: TÜRKİYE

Osmanlı Arşiv Belgeleri’nden Hareketle, Son Yüzyılda Osmanlı Coğrafyasında Göç Olgusu

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: sempozyum Etkinklik Tarihi: 20.05.2022-21.05.2022 Ülke: TÜRKİYE

TOLSTOY’UN (ö.1910) HADİS SEÇKİLERİNİN İÇERİĞİ

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi "Uluslararası Din, Düşünce ve Ahlak" Sempozyumu Etkinklik Tarihi: 05.11.2021-07.11.2021 Ülke: TÜRKİYE

İBN HİBBAN’IN (ö.354/965) TEKÂSÎM’İNİ ANLAMAKYA DA ANLATMAK

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: 5th International Scientific Research Congress (IBAD - 2020) BildirilerSeptember 1-2, 2020 Etkinklik Tarihi: 02.09.2020-02.10.2020 Ülke: TÜRKİYE

250 HADİS” KİTABINDAN HAREKETLE, ALİ HİMMET BERKÎ’xxNİN SEÇKİ, ÇEVİRİ VE ŞERH AÇISINDAN HADİS İLMİNDEKİ YERİ

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Ulusal Tam metin bildiri Etkinlik Adı: Ali Himmet Berki Sempozyumu-2018 Etkinklik Tarihi: 23.11.2018-01.12.2019 Ülke: TÜRKİYE

TİRMİZ’DEN KONYA’YA, İRFAN YÜKLÜ BİR ÂLİM:“SEYYİD BURHANEDDİN

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: SEMPOZYUM Etkinklik Tarihi: 15.11.2018-16.11.2018 Ülke: TÜRKİYE

KARS’TAN İSTANBUL’A BİR OSMANLI MÜELLİFİ:KARSLI-ZÂDE CEMÂLEDDİN MEHMED EFENDİ

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: sempozyum Etkinklik Tarihi: 20.10.2018-21.10.2018 Ülke: TÜRKİYE

CAMİLERİN İMARI BAĞLAMINDA BÜNYAN ULU CAMİ PORTALİ

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: sempozyum Etkinklik Tarihi: 08.10.2018-09.10.2018 Ülke: TÜRKİYE

“İNSAN ÖLÜNCE DÜNYADAKİ EYLEMLERİ BİTER ÜÇ TİP İNSAN HARİÇ…” HADİSİNDEN HAREKETLE, MODEL İNSAN

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: sempozyum Etkinklik Tarihi: 26.05.2018-27.05.2018 Ülke: TÜRKİYE

Geçmişten Günümüze, Kayseri İslami Düşünce Mimarları

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Ulusal Tam metin bildiri Etkinlik Adı: sempozyum Etkinklik Tarihi: 28.04.2018-12.05.2018 Ülke: TÜRKİYE

ORTAOKULVE LİSE SEV.YESİNDE, HADİSLERİN ÖĞRETİLMESİNDE ÇİZGİLERDENYARARLANMA: “KIRK HADİS KIRK ÇİZGİ ÖRNEĞİ.

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: KONGRE Etkinklik Tarihi: 27.04.2018-30.04.2018 Ülke: TÜRKİYE

HARPUT KAYSERİ HATTINDA ÖMER NAİMİ EFENDİ

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: ULUSLARARASI HARPUTA DEĞER KATAN ŞAHSİYETLER SEMPOZYUMU Etkinklik Tarihi: 14.05.2015-16.05.2015 Ülke: TÜRKİYE

SAFVAN BİN MUATTAL HADİSLERİ

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Uluslararası Tam metin bildiri Etkinlik Adı: ADIYAMAN ULUSLARARASI SAFVAN B. MUATTAL AHLAK SEMPOZYUMU Etkinklik Tarihi: 15.02.2013-17.02.2013 Ülke: TÜRKİYE

Osmanlı Dönemi İncesu Âlimleri

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Ulusal Tam metin bildiri Etkinlik Adı: SEMPOZYUM Etkinklik Tarihi: 22.10.2011-24.10.2011 Ülke: TÜRKİYE

KAYSERİDEKİ TARİHİ ESERLERDE GEÇEN HADİSLER

Yazar: IŞIK MUSTAFA

Ulusal Tam metin bildiri Etkinlik Adı: IV. KAYSERİ VE YÖRESİ TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ Etkinklik Tarihi: 10.04.2003-11.04.2003 Ülke: TÜRKİYE

  • Yüksek Lisans 2022 Devam Ediyor

      RAMAZAN ÖZTÜRK


    Tez Adı: REBÎ B. HUSEYM'İN HAYATI VE RİVAYETLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ


    Yer: Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Hadis Ana Bilim Dalı


  • Yüksek Lisans 2022 Devam Ediyor

      NURİ TAPAN


    Tez Adı: Habbâb b. Eret'in Hayatı ve Rivâyetlerinin Değerlendirilmesi


    Yer: Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı


  • Yüksek Lisans 2019 Devam Ediyor

      İBRAHİM DEMİR


    Tez Adı: Hadisler Çerçevesinde Sahabenin Hz.Muhammd'e Hitap Tarzları


    Yer: Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı


  • Yüksek Lisans 2020 Tamamlandı

      ABDULHAMİT KOCAOĞLU


    Tez Adı: Mihne bağlamında Buhârî-Zühlî sürtüşmesi


    Yer: Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı

  • blog

    Diplomatik Muhammed (s.a.s.)


           Mevlid, Arapçadan Türkçeleşmiş bir kelime olup “doğum günü” demektir. Süleyman Çelebi, Bursa’da, Allah Elçisi’nin hayatını -doğumundan ölümüne- anlatan şiirini yazdıktan sonra (yıl:1410) bu şiir Muhammed (s.a.s)in doğum günlerinde okunmuş; halk tarafından benimsenerek günümüze kadar, bir numara olarak, gelmiştir.

    Araplar ay takvimi kullandıklarından, güneş takvimine göre 10 gün önce gelen “Mevlid Kandili” bütün seneyi dolaşır. Osmanlılar, gökteki aya dayalı olan ve Allah Elçisi’nin Mekke’den Medine’ye göçünü başlangıç (0) alan hicri takvim kullanmışlardır. Cumhuriyet Dönemi’nde, Güneşe dayalı olan ve İsa'nın (a.s.) doğumunu başlangıç (0) alan Miladi takvime geçilmiştir.

    Mevlid, son zamanlara kadar hicri takvime göre kutlanmış; 1989 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı, Muhammed (s.a.s)in doğum gününü, Devletin resmî takvimine göre kutlama kararı almış; o haftayı da “Kutlu Doğum Haftası” ilan etmiştir. Bu yüzden Miladi 20 Nisan’a denk gelen haftada çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Ancak aslında resmî ideoloji ile örtüşen bu hareket, TSK tarafından, tam da “28 Şubat Süreci’nde, 23 Nisan’a yakın olduğu için yadırganmış; 27 Nisan 2007’de jandarma önlemleri alınmıştır.

    Mevlid Kandili’nin dönerli geldiği 25 Şubat (2010) gününde, herkes gibi ben de, kandil mesajı attım. Bu mesajda galiba “farklı bir şeyler” yazdım:

    Selam,
    Doğum günümüzü önemsiyor; kutlanmasından hoşlanıyoruz.
    Bu Perşembe, Hz. Muhammed´in doğum günü ve mevlid kandili olarak kutlanıyor.
    Düşünüyorum da, kısaca,
    "Mevlid, milâd olmalıdır." diyorum.
    Elimizin altındaki bir kitaptan veya yeni edindiğimiz bir kitaptan;
    O´nu anlayabilmek için, bir kere daha hayatını okumalıyız.
    Buna karar vermiş ve başlamışsak, Mevlid Kandili kutlanmış olur.
    Yoksa "dostlar alış-verişte görsün" cinsinden bir kutlama olur.
    Nitekim nice mevlid kandilleri kutladık ve gördük.
    Ancak onlardan bize ne kaldı?

    Yine öyle olsun mu?
    Bu düşüncelerle, Allah Elçisi´nin doğum gününü kutluyorum.

    Dediğini yapmayan hocalar için, “Ele verir talkını; kendi yutar salkımı” atasözümüzün kapsam alanına girmemek için, elimi duvardan duvara kitaplıma uzattım. Kayseri Müftülüğü -2007 -Kutlu Doğum Haftası Hediyesi” olan “Örnek Kul Son Resul” kitabını aldım. Bu kalıcı hediyeden dolayı Kayseri Müftülüğü’nü tebrik ediyorum. Kalın bir kitap değildi; Kutlu Doğum Haftası’na kadar, okuyacaktım.  Okudum ve düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

    Kayseri İ.H.L. Mezunu Prof. Dr. İ. L. Çakan, hadis bilginidir. Bu hafta dolayısıyla yaptığı konuşmaları derlenmiş; bir kitap hale getirilmiştir. Kitabın içeriği şöyledir:

    “Siyasetli, İnayetli Muhammed” Burada Allah Elçisi’nin, insanları ilgi bilgi ve yeteneklerine göre değerlendirmiş olduğunun farklı boyutta misalleri verilir. “Siyasetli Muhammed” tamlamasındaki siyaset kelimesini bazıları politika anlayabilir. Aslında bu tamlama Ahmed Yesevî (ö:1166) patentlidir. “İşi bilme ve işi ehline verme” anlamına gelmektedir.  İsmail Lutfi Bey daha önce bu kitabına “Siyasetli Muhammed” adını vermiş ancak bazılarının içine sinmediği için değiştirmiştir. Bence değişmemeliydi.

    Kitabın sonraki bölümlerinden “Diplomatik Misafirleri” kısmını görünce bu kanaatim daha da güçlendi. Bir hadis doktoru olarak, kitapları yoluyla hocam olan yazar burada “Uluslar Arası İlişkiler Öğretimi” ile meşgul olan fakültelerin, Rasul(a.s.)ın diplomatik yönünü araştırması gerektiğini vurgulamaktadır.  Tam burada söylemek istediğim bir şey var: 2000 başlarında, bir ticarî fuar nedeniyle, tercüman sıfatıyla Bağdat’a gitmiştim. “Oduncunun gözü omucada” derler; benim gözüm de kitaplardaydı. Diplomatik açıdan Allah Elçisi’nin hayatını anlatan yeni baskı bir kitap buldum. Yazarı “Uluslar Arası İlişkiler Fakültesi’nden biriydi. Dönüşte kitabı okudum ve bu alanda boşluk olduğu için, tercüme ettim. Adını  “Diplomatik Muhammed (s.a.s.)” koydum ancak tercüme -meramımızı anlatamadığımız için- bugüne kadar basılamadı. Kısmetinin açılması için dua ediyor, dualarınızı bekliyorum.

    İsmail Lutfi Hocamıza ait “Örnek Kul Son Resul” adlı kitap,“Siyasetli, İnayetli Muhammed”(s.12), Allah Elçisi’nin “Şefkati (s.35), Hüznü (s.59), Sevinci (s.79), Özlemi (s.93), Zor Zamanları Aşma Yöntemi (s.101), Kültürel İlişkileri (s.113), “Diplomatik Misafirleri” (s.125), Hicretin İslami Yapılanmadaki Yeri (s.141), Medine Yönetiminin Tebliğ İşlevi (s.151 ), Veda Hutbesi ve Düşündürdükleri (s.161), Son İstekleri=Vasiyeti (s.171) ve bir sayfalık “Sonuç”tan (s.180)sonra kitabın kaynaklarıyla son buluyor.

    Bir oturuşta olmasa bile, okuyacak kişiye göre, birkaç oturuşta okunabilecek bu kitap derin bilgi, sağlam kaynaklar ve yeni yorumlara dayanıyor. Ayrıca İsmail Lutfi Hoca’mın edebî bir üslubu var. Üslup deyip de geçmeyin. Rahmetli Necip Fazıl’ın “Çöle İnen Nûr” adlı kitabını, 30 sene önce okuduğumda bunu hissetmiştim. Her kitap/yazar O’nun ölümünü üzüntülü bir şekilde anlatırken NFK’nın edebî anlatımı hâlâ aklımdadır:

    “Toprağın göğsü inip çıkıyor…” diyordu.

    Mevlid’i bir “milâd” yapalım mı?

  • blog

    TURASAN

     TURASAN
    Kayseri'de, Haziran ayının son pazar günü Şeyh Turasan'ı anma günü olarak düzenlenmektedir. Bu vesileyle, tarihteki Turasan'ı sizlerle paylaşmak isterim.
     
    Battal Gazi Destanı, İslam’ın Anadolu’ya girişinin hikâyesidir. Bir de “Danişmend Gazi Destanı” vardır. Bu Destan’nın II. İzzeddin Kevkavus emriyle, 1244’de yazıldığı sanılmaktadır. Ancak I. Murad devrinde, 1360 yılında tekrar yazıldığı bilinmektedir.

    Danişmend Gazi Destanı, Battal Gazi’nin kızından torunu Melik Ahmed’in destanıdır. Niksar, Tokat ve çevresinde hâkimiyet kurmuştur. Melikgazi diye bilinen; “Kayseri Fatihi” Melik Mehmed Gazi O’nun soyundandır. Sultan Turasan ise Emir Ömer’in oğlu olup Melik Ahmed yani Danişmend Gazi ile birliktedir; Melik Ahmed’in dayısıdır. İkisi de Çeharbağ denilen bir yerde silah eğitimi yaparlar. Sultan Turasan Çeharbağ’da kalırken Melik Ahmed akşamları şehre döner ve ilim tahsil ederdi. Onun için Danişmend’dir.

    Malatya halkı, Battal Gazi ve Abdulvehhab Gazi’nin ölümünden sonra toplanırlar. İleri gelenler içinde Eyyub vardır. Süleyman adlı bir yiğidi, Melik Ahmed ve Sultan Turasan’ı çağırması için gönderirler. Yolda karşılaşırlar ama kahramanlarımız Süleyman’ın niçin geldiğini kendisine söylerler. Çünkü Battal Gazi’nin torunları dedelerini rüyalarında görmüşler ve cihad için emir almışlardır.

    Şehre döndüklerinde, 1067 yılının Receb ayının bir Cuma günüdür. Halk, karşılamak için, yola çıkmıştır. Sultan Turasan ve Melik Ahmed’in elini öperek bağlılık bildirirler. Melik Ahmed Cuma hutbesini okur; namaz kıldırır.

    Malatya halkı, kâfirlerin bir araya gelerek Müslümanları öldürdüğünü; ikisinin birleşerek kâfirleri kırmalarını isterler. Melik Ahmed, Halife’nin izni gerektiğini söyler. Eyyüb ve Süleyman’ı yanlarına alarak Bağdat’a giderler. Eyyüb ve Süleyman, bu iki gencin Diyar-ı Rum’a fethe çıkması için izin isterler. Halife, Şam coğrafyasına işaret eder ancak veziri Halife’yi Rum illerine ikna eder. Ferman, at, hilat, asker ve mal alarak Malatya’ya döner ve asker toplarlar.

    Sivas yönüne hareket eden orduda Sultan Turasan komutanlardan biridir. Ancak Melik Ahmed Gazi yolda, ordunun ikiye ayrılmasını teklif eder. Bizans kralı iki ayrı orduya karşı koyamayacaktır. Kendisi Niksar, Tokat, Amasya, Samsun ve Sinop tarafını hedef seçer. Sultan Turasan ise Kostantiniyye tarafını işaret eder. Malatya’nın ileri gelenlerinden Eyyub, veziridir.

    Kayseri’den İstanbul’a… Aradan yıllar geçer. Rumlar, bu iki kahramana “cazu” derler. Onlara göre ise “Koyun sürüsü ne kadar çok olursa olsun / On’a bir kasap yeter.” Sultan Turasan –Rumların diliyle- Bizans İmparatoruna çok cefalar eder.

    Kayseri/İncesu ilçesinin Tekke Dağı’nda, dağın adını aldığı “Şeyh Turasan Zaviyesi” vardır. Aslında Ürgüb’e bağlı Başdere Köyü eskiden “Sultanım Başköy” olarak bilinirdi. Bu sultan, o sultan olmalıdır; çünkü Danişmend Gazi Destanı’nda O’nun adı “Sultan Turasan’dır. Alaaddin Keykubat’ın hatunlarından, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in anası yani “Valide Sultan” Hunat Hatun eliyle yaptırılan tekke/zaviye binası hâlâ yaşamaktadır.

    Sultan Turasanla Şeyh Turasan Vakfiyesi arasında zaman farkı vardır. Bu yüzden birileri “tarihçiler, iki ismi karıştırıyor” diyebilir. Bir asır gibi bir zaman, dede-torun ilişkisi neden kurulmasın? Biz bu ilginin doğrudan olduğunu düşünüyoruz.

    Sultanım Başköy’ün adı değiştiği gibi Turasan adı da Ürgüp’te bir şarap fabrikasına konmuştur. Hasan Turasan, şarap fabrikasını 1943 yılında Ürgüb’de kurmuş; adını da “Turasan” koymuş. Babası ona Hasan adını koyarken niçin koymuştu acaba?

    Nereden nereye geldiğimizi anlatmak için bu iki gelişme ipucu vermektedir. Artık “kâfirlerin Müslümanları öldürmesine ve Battal Gazi torunlarının da kâfirleri kırmasına” gerek yok. Sosyolojik gerçek yerine “cuk!” diye oturmuştur. “Bir toplum kendini değiştirmeden Allah onlar hakkındaki hükmünü değiştirmez.”


    http://www.edebiyatevi.com/yazi/32288_turasan.html

  • blog

    Daha Sıcak Olacak

     Müslümanlıkta ibadetlerin zaman ayarı, gökteki ayın hareketlerine göredir. Bildiğimiz takvime göre,  ibadet günleri her yıl -yuvarlak hesap- 10 gün önce gelir. Böylece ilgili ibadet ne ise, bütün seneyi ve mevsimleri dolaşır. 33 senede bir aynı zamana denk gelir. Bu da Müslüman’ın hayatında -ortalama- iki kere görülür.
           Oruçla özdeş olan Ramazan ayı da giderek sıcak günlere doğru gelmektedir. Kısa ve serin güz günlerinden çıkmakta; uzun ve sıcak yaz günlerine doğru ilerlemektedir. O günlerde oruç tutan Müslüman gençleri daha çetin günler beklemektedir. Çünkü “anam-babam usulü” Müslümanlığın yaşandığı ülkemizde “inanç, geleneğe dönüşmüş” olduğundan sürekli fire vermektedir. Çünkü gelenekler yavaş yavaş oluştuğu gibi usul usul değişiklik gösterir. Böylece, muhafazakâr bilinen orta Anadolu’nun göbeği Kayseri’de oruç hayata yansısa da oruç tutmayanlar saygısızca hareket edebilmektedir.
            Kuran’da, “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç tutmak farz kılındı” buyurulmaktadır.(Bakara, 2/183) Buna inanmak Müslüman olmayı, inanmamak gâvur olmayı gerektirir. İnanıp da mazeretli olarak tutmamak, Müslüman’a tanınmış bir haktır. Geriye inandığını söylediği halde yapmamak kalmaktadır. İtikadi olarak “Amel, imandan bir cüz değildir” yani inanır da gereğini yapamazsa, bu kişi kâfir sayılmaz” görüşü bizi imana pamuk ipliği ile bağlamaktadır. Pamuk ipliğine sarılmış nice milyonlar vardır. Ben de o ipe asılanlardanım.
            Kuran’ın son gelen surelerinden biri Tevbe Suresi’dir. İslam’ın son yıllarında Müslümanlar, Doğu Roma yani Bizans’la, şimdiki Ürdün topraklarında karşı karşıya gelme durumunda kalır. Yine yaz aylarıdır ama Anadolu’nun değil Arabistan yarımadasının ya da Hicaz topraklarının yazı. Dünyanın iki büyük devletinden birinin ordusunun karşısına çıkılacaktır. “Sefer” emri verilir ancak hava sıcak, gölgeler serin, hurmalar olmuş, gündüzler uzun, sefer şartları çetindir. Allah’a ve Elçisine gönülden inananlar sefere çıkarlar. Bazıları –ki tuzu kuru takımındandırlar- gelip, birtakım gerekçelerle, sefere çıkmamanın çaresine bakarlar. Bazıları da “Bu sıcakta savaş için yola çıkılır mı?!” diyerek ortalığa fitne atarlar. Bu ortamda ilgili ayet iner: “Allah’ın Elçisine muhalefet ederek sefere çıkmayanlar oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar ve “Bu sıcakta sefere çıkmayın!” dediler. Onlara de ki “Cehennem ateşi daha sıcak olacak!” Keşke bunu bilseydiler.”(Tevbe, 9 /81)
             Allah’ın emri ve Rasulünün sünneti yani uyguladığı bir tatbikat olan Ramazan orucu, o ayda tutulmalıdır. Buna muhalefet eden Müslüman kişi, inancını sorgulamalıdır. Kimlerle birlikte hareket ettiğine bakmalıdır. İlgili bağlamda gelen ayetler, erkekleri doğrudan ilgilendiren savaş yolculuğundan geri kalan ve kadınlarla birlikte oturan; yaptıklarından da memnun kalan bu insanların cenaze namazı kılınmamasını emretmektedir. Kimin cenaze namazı kılınmaz? “Müslüman’ım” diyen insanlar inançlarını ve buna paralel olarak ne yaptıklarını sorgulamalıdırlar. Allah yolunda malla ve canla cihad etmek emredilirken bundan hoşlanmayanlar durumlarını hacıya/hocaya değil; bu ayete sormalıdırlar. Üstelik, “Bu sıcakta; sabahtan akşama aç/susuz kalınır mı?!” diyenler kendilerini o adamların yerine koymalıdırlar. Onlara vereceğiniz cevap Allah’ın sözü olsun: “Cehennem ateşi daha sıcaktır, keşke bilselerdi.”
              Hadislerde bu sıcaklığın 70 kat olduğu belirtilir. Biz kimseyi Cehenem’le korkutmuyoruz; çünkü biz ondan emin değiliz. Ancak Müslüman’ım diyen kimseye Allah ve Elçisinin buyurduğunu iletiyoruz. “Keşke bilseydiler” sözündeki bilmenin farkına varılmasını istiyoruz. Cehennemin yakacağını bilmeyen yoktur ama bunun farkında olmayan çoktur. Nitekim 35 Yaş şairi öyle diyor: “Gökyüzünün başka rengi de varmış! / Geç fark ettim taşın sert olduğunu / Su insanı boğar, ateş yakarmış! / Her doğan günün bir dert olduğunu / İnsan bu yaşa gelince anlarmış.” Cehennemin daha sıcak olduğunu anlamak, sonuçta buyruğun gereğini yapmakla olur. Lafla değil.
            Bu ayette savaş buyruğu erkekleri ilgilendirmekte; ipe un serip savaşa gitmeyenler “kadınlarla beraber oturmak” ile nitelenmektedir. Bu sıfat, erkekliğin karizmasını çizmektedir. Konunun kadınlar boyutu ise örtünmeyle ilgilidir. Allah’ın buyruğu örtünme emrini geleneğin gölgesinde sulandıran, Türkiye’ye has laikliğin arkasında duran ve üstelik “Bu sıcakta örtünülür mü?!” diye etrafa akıl savuranlar eğer kendilerini Müslüman sanıyorlarsa, Müslümanlıklarını bu ayetin ölçüsüne vursunlar.
              Nüfus cüzdanında Müslüman yazmakla Müslüman olunmaz. Biz Müslüman’a gâvur demek istemiyoruz ama gâvurlarla yüzyıllar boyunca “Birlikte Yaşama Sanatı’nı gerçekleştirdik. Bu topraklarda gâvurlarla, asırlarca, inançlara saygı duyarak yaşadık; yaşattık. Bizden önceki kuşaklardan kimi bunu duydular ve daha öncekiler gördüler, yaşadılar. Müslüman’ın orucuna saygılı olmak için, “Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş Ermeni” mi olmak gerekliydi? Bırak yetişkini, bebesini bile “elinde ekmekle sokağa salmayan” Ermeni’nin/Rum’un davranışı bize şimdi “efsane” gibi gelmektedir. “Ağzında sigara, elinde şişe” ortalıkta gezenlere yaptıkları yakışıyor da “O kadar şey isen ayakta işe!” demek bize yakışmıyor.
             Anadan Müslüman olmaya hazır doğarız ama ana-babamız ne ise onlar gibi oluruz. Ama öyle kalırız ya da kalmayız. Sabahtan akşama gavur, akşamdan sabaha Müslüman olabiliriz. İnanç kişinin beyninde gerçekleşen ve eyleme dönüşen bir olaydır. Mal gibi, babadan miras kalan bir şey değildir. Müslüman’ım diyorsak, inandığımızı sandığımız Kuran’ın yukarıdaki ayetinin öncesini ve sonrasını okuyup kendimizi Allah’ın ve Rasulünün ölçüsüne vuralım. Göstergenin ne dediği önemlidir.
            Benim ve sizin ne dediğinizin hiç önemi yok.

  • blog

    SAKSAĞAN YÜRÜYÜŞÜ

    Saksağan Yürüyüşü

    Namaza, ölüm kalktı. İkinci horoz gibi öten saati susturdum. Huzurda durdum. Biter bitmez postuma oturdum. Uykum kaçmıştı. İniş sırasına göre okuduğum Kuran’ı elime aldım. Sırada Hac Suresi vardı. Bir süredir kafamda “med-cezir” var. Şimdiki gençler “gel-git” diyorlar. Hangisi önce?  Hiç sorun değil! Arapça mantığıyla “git-gel” demek. Hangisi öncelikli? Hiç sorun değil!. Hayat bu; iç içe…
    Gündüz biraz kestirmiştim. Saat gece yarısına geliyordu ama hâlâ uykum yoktu. Gençlik günlerinde karaladığım dizeyi mırıldandım: “Sattım bu gece yine/ Uykumu/ Uyku çiçeğine sattım…” Uykumun gelmesi için okumalıydım. Ama kitabı elime almadan önce, elim telefona vardı. “Hadis Meclisi” grubuna göz atarken bir soruya takıldım: “Hadisler ne zaman yazıldı?” birileri cevap veriyor, soran cevabı ilginç buluyor ama yine de “Sadece bir yorum” diyordu. “Hadisler ne zaman yazıldı?” sorusu aslında verilmiş bir cevabı da içeriyordu: “Şu kadar yüzyıl sonra!” demek istiyordu.
    Söylenecek çok şey vardı çünkü bu adam yazıyı “bir şey” değil; “her şey” sanmaktaydı.
    “Sözlü kültürün tarihteki yerini bilmeyenlerin yazı önemsediklerini; 20. yüzyıl insanına bunu anlamasının ve anlatmanın zor olduğunu; anakronizm denilen tarihi yanılgı kapsamına girdiğini; fotoshop’la yapılmış bir resmi gören kişinin “Gözümle gördüğüme de mi inanmayayım?!” demesi gibi bir açmaz olduğunu yazıp “Daha çok okuman gerekir çoookkk!” diyerek bitirdim ama ardından hazır cevap geldi: “Bu da bir yorum…” Sanki amaç ikna olmak değil de cevap yetiştirmek…
    Hac Suresi bitmişti ama hâlâ uykum gelmiyordu. Elim, raftaki kitaplardan NFK’nın tiyatrolarına gitti. Birini aldım: “Yunus Emre-Kanlı Sarık-Para-mukaddes Emanet” yazıyordu. “Baştan başlayayım” dedim ve Yunus’u okumaya koyuldum.
    Üstadın tiyatroları 1976 yılında, Kültür Bakanlığı tarafından basılmış. Mayıs 79 yılında, çiçeği bununda bir öğretmenken, Mardin’de almışım. Altını çizmediğim veya not düşmediğim kitabımı okumuş saymam. Yunus Emre’de bunlar yoktu; galiba okumamıştım. “Bunların ne anlamı var?” demeyin. Bunlar hâdiselerin arka-planı ve anlamlı.
    “Sözlü kültür-Yazılı kültür” dedim de, tiyatro sözlü kültüre nasıl da benziyordu. Ama yazılı kültürün önemli bir türüydü. Tablo ve perdelerin başında, her konuşmanın önünde-arkasında, konuşanı yönlendiren parantez içinde italik harflerle yazılmış cümleler vardı. “Bunlar olmasa ne olur ki?!” diye düşündüm. Ama NFK sıra dışı bir yazardı. Adı da kendi gibi yabancı olan tiyatroyu Fransa’da kavramış; bu dili ve kültürü ana dili gibi bilen son Osmanlı kuşağının tekne kazıntılarındandı. “Ön tarafı açılır-kapanır bir mikâp gibi hayatı yakalamak… Kapana kıstırır gibi…. Tiyatro budur” diyordu.
    Okudum. Diyaloglar müthişti ama “parantez içinde italik harflerle yazılmış cümleler” insanı oyalamaktalardı. Onları okumadan geçmeyi düşündüm ama olmadı: Kafamda kupkuru kelimeler, rastgele dolaşmaktalardı. “Kapana kıstırır gibi yakalanan hayat” yaşanmış; birileri de onu yazıya geçirmişti. Aslında hayat yaşanırken bu ayrıntılar ‘beden dili olarak’ vardı. Kupkuru olan yazı dilinin tadını-tuzunu getiren; konuşmalara anlam veren bu küçük ayrıntılardı. Hayat yaşanırken bunlar yapılmaktaydı; oyuncu oynamakta; seyirci görmekteydi. Ama yaşayanlar göçüp de hikâyeleri yazıya geçince, geriye kupkuru cümleler kaldı. Gerçek hayattan kopuk, yaşanan ortamdan kopuk, bağlamdan kopuk… Yine bir edebiyat türü olan Yunus’un ‘boncuk dizer gibi kelimeler sıraladığı’ şiirleri de üstadın anlatımıyla, bir zemine oturmaktalardı: “Okudum bildim deme!/ Çok taat kıldım deme!/ Eğer hakkı bilmezsen / Ettiğin laf etmektir.”
    Kendine ‘dinazor’ diyen kadının hatıralarında geçtiği gibi, Üstad şair olmadan Fransız şiirini özümsemişti. Her şair, kendinden öncekilerden esinlenerek şiir yazar. Abdulhak Hamid, Şeyh Galib’i taklid ile suçlayanlara “Çaldımsa mirî malı çaldım” derken övünüyordu. Üstad, deprem ve artçı depremlerle sarsılan Müslüman Türk milleti için söylediği, “Heykel destek üstünde / Benim ruhum desteksiz” diyen bir şair olamazdı. Üstad, Yunus’u da özümsemişti. Öyle ki tiyatronun yarısını oluşturan şiirler, onun senaryosunda, daha bir anlamlı geliyordu. Tapduk Emre’yi ‘Erenler Köyü’nde bulan Yunus’un üç perde dokuz tabloluk tiyatro senaryosunun sonunda Üstad “25–26 Temmuz, Cuma Gecesi, Saat:12.30/ Erenköy” notunu düşüyordu. Önemli, tesadüf olmayacak kadar önemli. Ama yılı yoktu. Bu da mı önemli? Hangi yılda yazdığı? Üstadın bu noktaya, hangi yıl yani kaç yaşında geldiği önemli. Ama bu kusur, bir süreç izleyen yazı dosyasının hangi yıl olduğunu bile düşünmeden, saatine varana kadar atlamadığını düşünen adamın ayıbı. Atlanan bu ayrıntının cevabını bulmak için çok araştırmak gerekir. Tabi ki asıl belge kaybolmamışsa…
    Edebî türler içinde tiyatro, ‘parantez içi ifadeler’ olmaksızın nasıl kuruysa, Kur’an metni de sünnet/hadis olmaksızın öyledir. Yunus Emre tiyatro/senaryosunu parantez içleri olmadan okuyun da bir görün. Bir de ‘adam gibi bir adam’ın bu senaryoyu oynadığını düşünsenize… Seyrettiğinizi hayallesenize… Tadına doyum olmaz. Kur’an’ın İlahî senaryosunu, Yüce Allah tarafından ‘seçilmiş adam’ oynamıştır. Med ve cezirlerle… Medlerin adına ‘sünnet’, onun yazılı kaydına da ‘hadis’ diyoruz. Gerçeğini çakmasından ayırmak kaydıyla.
    Mutfak kapısı açık olunca karşı çamlarda yuvası olan karga gelip çerez tabağında bulunan onca çerez içinde kajoyu yemişti. Kayseri civarında saksağana karga dendiğini öğrendiğimde kırkını geçmiştim. Ömrümün yarısında Edirne’de, 60’ın başında Kars’ta, karganın ne olduğunu görerek öğrendim. Kendime “Ne alâka?!” diye sorunca, derim ki “Resmen akademisyen olunca, “Dilin akademik değil!” diye hakemlerden tenkit yedim. Onlara uyup birkaç yıldır ara sıra yazı karalamayı bırakmıştım. Çünkü saksağan kekliğin yürüyüşüne özenerek yürümek istemiş. Bu arada kendi yürüyüşünü de unutmuş! Bu yüzden bir kayar, bir sekermiş!
    Karalanmış bu yazı, böyle bir psikolojinin ürünüdür.



     

  • blog

    Kayseride İlk Türkçe "Kitabe Hadis"

    Selçuklular döneminde Anadolu’da resmi dil Farsça, bilim ve din dili ise Arapça’dır. Bu gelenek Osmanlılarda da sürmüştür. Ancak Türkçe’nin Anadolu’da resmi dil olarak ilan edilişi (13 Mayıs) , Karamanoğlu Mehmed Bey’in Konya’da vezir olduğu 1277 senesidir.*

    Kayseri, Osmanlı Devleti öncesinde Karamanoğulları Beyliğine bağlıdır. Osmanlı’ya Fatih devrinde, geçmiştir. Fatih devri, Türkçe’nin kullanılması konusunda dev adımların atıldığı bir dönem olmasına rağmen, Kayseri’de görebildiğimiz ilk Türkçe kitabe olan Kurşunlu Camii kitabesi II. Selim devrine aittir.

    Hz. Muhammedin’ (s.a.s) sözlerine hadis denir. Kayseri’de mimari eserlerde geçen hadisleri incelerken, 1753 tarihli bir çeşmede, yaşayan ilk Türkçe kitabe hadise rastladık. Bu çeşme, Çifteönü Camii’nin yanında, Mustafa Özgür İlköğretim Okulu'nun arkasında olup,  şu anda kullanılmamaktadır.

    İlk yapılışı 1753 yılıdır. 1878 tarihinde Hacı Seyyid Mehmed Ağa tamir ettirmiştir. Beş beyitten oluşan kitabenin ikinci beytinin ilk mısraında  “Hayr-ı a’zam, su akıtmaktır buyurdu ol Rasûl” denilmektedir.

    Hz. Muhammed(s.a.s.)e, kamu yararına hayır yapmak amacıyla, “Hangi hayır daha üstündür?” diye sorulunca “Su akıtmak.” cevabını vermiştir.  Rasûlün, “en büyük hayrın su akıtmak olduğu”nu buyurduğu ifadesi ise, hadis formunda söylenmiştir. Bu kitabe, Türkçe ifadeyle rastladığımız ilk kitabe hadistir.[1]

    Bu hadisi hatırlatan bir çeşme kitabesi de Hunat Medresesi'nin giriş kapısının sağ duvarında, devşirme malzeme olarak bulunmaktadır. Kitabede "Bak, su hayrı efdalü'l hayr olduğundan" denilmekte, hadise telmih (gönderme) yapılmaktadır.

    “En hayırlı amel hangisidir?” sorusu, soran kişinin durumuna, sorulan zamana ve mekâna göre değişik cevaplar alınan bir sorudur. Arabistan Yarımadasının Hicaz bölgesinde, 7. yüzyılda sorulan bu soru ve alınan cevap bugün önemli gözükmeyebilir. Bugünün anlatımıyla, “suyun petrol kadar değerli olduğu” düşünülürse, kullanım alanı da hesaba katılınca, önemi ortaya çıkar.

    Afrika’nın her şeyini sömüren Avrupalı (özellikle Fransa çünkü 40 ülkenin resmi dili Fransızcadır. 14 ülkeden hâlâ sömürge vergisi almaktadır.) Afrikalıya suyunu çıkaracak teknolojiyi bile vermemiştir. Ülkemin insanı onlara (sadakay-ı câriye olarak) kuyular açmakta; açılışlar kutlama yapacak kadar sevinç kaynağı olmaktadır.

    Arapça aslı "Sakyu' mai" olan cevap, tek cümleyle Türkçe'ye aktarılamayacak bir cevaptır. Suyu çıkarmak, hizmete hazır hale getirmek ve sulamak kavramlarının hepsini içine alır. Ayrıca, suyun sondajla çıkarıldığı günümüz teknolojisinde suyun bulunması, şebekeye bağlanması veya hazır suya birkaç taşla çeşme yaptırılması gibi kolaylıklar, yapılan işi günümüz insanının basit olarak algılamasına neden olabilir. Tarihi olayları kendi şartları içinde ele almak; değerlendirmek gerekir.

    “En hayırlı amel, su akıtmaktır” hadisi bütün çeşmelerin alnında yazmasa da, özellikle o günkü şartlarda çeşme yaptıranların, bu enerjiyi nereden aldıklarını gösteren bir sözdür.[2]

    Çifteönü Çeşmesi tamir kitabesi, Osmanlıca yani Türkçe yazılmış olmasının ötesinde, kitabelerde, özellikle ayet/ hadislerin Arapça yazılması geleneğinin aşılmasındaki sürecin ilk safhasını gösterir.  Bugünkü anlayış ve uygulamada hâlâ oraya gelinememiştir.  Türkçe’nin Resmi Dil olarak kabul edilişinin 740. yılı münasebetiyle bunu hemşerilerimize hatırlatmayı görev biliyoruz.   



    * Mustafa IŞIK, 38 KAYSERİ YAZILARI, KAYSERİ, 2007; S. 15-17. 

    [1] Ahmed b. Hanbel, V/ 285; İbnu Mace, Edeb, 8; Ebu Davud, Sünen, II/129; Nesâî, Vesaya, 9; İbnu Huzeyme, Sahih, IV/123; İbnu Hibban, Sahih, 8/135; Aclûnî, I/157

    [2] Ayrıntı için bkz. Işık, Mustafa, Kaseri’de Mimari Eserlerde Geçen Ayet ve Hadisler, s. 112–114

  • blog

    BEZ BEBEK


    Kuran’a göre, Adem’le Havva Cennet’te, şeytanın kandırması neticesinde “yasak meyve”yi tadarlar; birden çıplaklıklarının farkına varırlar. Birbirlerinin “avret mahalli”ni görürler. Bu durum karşısında, Cennet/ bahçe yapraklarından üzerlerine örtmeye başlarlar. O günden beri, elçilerin önderliğinde, insanlar için “örtünme medeniyeti” meydana getirilmiştir. Hayvanlar ise hâlâ, ilk günkü gibidir.
    Son elçi Muhammed (s.a.s.) “Ben ahlakî güzellikleri tamamlamak için gönderildim” buyurarak bu “medeniyetin doruklarını” insanlara göstermiştir. O’nun sözleri hakkında, haberin geliş yolu nedeniyle ileri-geri bir şeyler söylense de Kur’an ayetleri ortadadır. Kur’an ayetleri hakkında ileri-geri konuşmak “mümin ve kâfir” olmakla ilgilidir. Kitabımızın ilk ayetleri “O’nda şüphe olmadığını” dile getirir. O karakutu’nun içindekilere inanmayacak kimse, o sayfaları açmamalıdır. Çünkü o müminler için “kılavuz kitap”tır.
    Müminler için nikâh helal, zina haram kılınmıştır. Mümin erkek ve kadınlara, ayrı ayrı gözlerini harama dikmemeleri; apış aralarını korumaları emredilmiştir. Zahmet olmazsa, açıp okuyalım; 'her gelenin' dediğine kulak asmaktansa, Kitab’ımızın dediğine kulak verelim. Çünkü her gelenden bazılarının niyeti “hergelelik” olabilir. Tarikatçılar gibi.
    Kur’an ve hadisin ışığında bir sonuca varan İslam âlimleri “avret mahalli” kavramını -erkek erkeğe ve kadın kadına- “göbekle dizkapağı arası” olarak belirlemişlerdir. Yağlı güreşteki “kisbet” ve hamamlarda kullanılan “peştamal” bunun geleneksel göstergeleridir.
    Ne var ki ülkemizde bazı cemaatler (adlarının sonları -cı -ci, -cu diye bitiyor.), “takva” adına, kadınları “kendi aralarında bile/ kadın kadına” beze bürümek istemektedir. Erkek sineğin bile olmadığı bir kız yurdunda, gece tuvalete çıkan kız öğrenciyle "nöbetçi bayan öğretmen" arasında şöyle bir konuşma geçer:
    - “Niye başın açık?!”
    – Neden ki hocam, erkek yok?!
    – Melekler rahatsız olur!
    - ?!?!..
    Aslında bu bayan “meleklerin cinsiyeti olmadığını” bilmektedir ancak “programlandığı gibi”, “grup/cemaat adına” hareket etmektedir. "Akıl tutulması" yaşadığının farkında değildir.
    Mümin olan herkes arasında “avret mahalli” vardır ancak nikâhlı eşler arasında avret mahalli yoktur.  Biz göre kadın dışarıda bez bebek, evinde naylon bebek gibidir.
    Dışarıda örtülü olan bayanı evinde açık gören komşu kadın sorar:
    — Kız niye dışarıda örtülüsün de içerde açıksın?!
    – Bura benim evim ve yabancı yok.
    —Kız ben yatağa bile yazma/ yapıkla girerim.
    – Niye?!
    – Melekler rahatsız olması diye.
    - Melekler erkek miymiş?
    - Bilmem.?!.
    Allah, her şey gibi insanı da çift yaratmıştır. Cinsellik, psikololojide bir güdüdür. Hem de "temel içgüdü". Yüce Allah zinayı haram ederken nikâhı helal kılmıştır. Kuran’a göre, eşler arasında mahremiyet yoktur; birbirine yorgan gibidirler. Siz “takva adına” nikahlı kadını evde/ yatak odasında bezlere bürürseniz, Adem’le Havva’nın ilk günkü manzarasının günlük hayatın bir parçası olduğu günümüzde, mümin erkeklerin ve kadınların “gözlerini harama dikmemelerini” nasıl beklersiniz?
    Cezayir’de (1988), çeşitli milletlerden öğrencilerin bulunduğu yabancı dil okulunda, kadın-erkek ilişkilerini tartışıyorduk. Türk arkadaşlarımızdan biri İtalyan kıza: “Siz erkekleri tahrik ediyorsunuz? “deyince, “O sizin probleminiz!” cevabını vermişti.
    Yoksa siz de mi öyle diyeceksiniz?
    Geçen Mart ayı içinde gerçekleşen sanat müziği konserine gidip de tasavvuf musiki konserine gelmeyen " hani varya..." diye yineleyen ilçe müftüsü, kürsüde “mümin erkeklere söyle, mümin kadınlara söyle” ayetlerini anlatırken bunları da söylemelidir.  Üniversite mezunu tarikat önderi, sünnet diye, iki evlenirken “kadın anaların” (tarikatların kadınlar kolu) kadınlara, başlarında yazma/ yapıkla; “bez bebek gibi” yatağa girmelerini değil; girmemelerini söyletmelidir. Dışarıda -ve dahi teknoloji sayesinde içerde- bu milletin çocukları "muz gibi soyulmuşken", sayenizde gözü ve gönlü aç kalan müminlerin “gözlerini harama dikmemeleri” nasıl beklenir? Cinsellik güdüsü de Allah’ın koyduğu bir kanundur.
    Adana’lı biri kışın Kayseri’ye gelir. Bir yerden geçerken köyün köpekleri saldırır. Yere eğilip taşlara sarılır. Buz tutan taşlar eline gelmemektedir. “Allah Allah!” der.
    “Bu nasıl köy?! Köpekleri salıp taşları bağlamışlar!?!?
    İslam, köpeklerin salınıp taşların bağlandığı bir din değildir.

  • blog

    Araplara Yabancı Dilde Kitap


    “Oku diye başlayan bir Kitab’a inananlarız” diye söze başlarız ama baştan bir yanlış yaparız. Çünkü cümle bitmemiştir. Sorulursa “Seni yaratan Rabbinin adıyla” diye ekleriz. Oysa cümleyi baştan doğru kurmak gerekmektedir. Yani “Besmele’yle oku” demektir.[1]

    Çoğu zaman okuduğumuz “Besmele”nin anlamını da bilmeyiz. Alıştığımız için “Bismillah” deriz. Kur’an’ı okumak işin bir tarafı. Öteki tarafı anlamak. Okuduğumuzu anlamadan yüzyıllardır Kur’an okumaya devam ediyoruz. Sanki aramızda gizli bir anlaşma var: Kur’an’ı anlamamak için. Oysa oku diye başlayan bu Kitap Araplara Arapça olarak inmiştir. Anlasınlar diye… Nitekim bunun mantıksız olacağı Kur’an diliyle: “E-ağcemiyyun ve Arabî”[2] diyerek vurgulanmıştır. Hafızlar, Kuran’ı tecvidle okuyanlar burayı iyi bilirler çünkü tecvid, bir cümleyi en güzel şekilde söylemenin adıdır. Anlamını özellikle yazmıyoruz, merak eden evinde bulunması gereken tercümeden alıp okusun. Merak etmiyorsa zaten okumasına gerek yok.

    Kur’an’ın “anlaşılsın, düşünülsün” diye gönderildiği hakkında o kadar çok ayet var ki… Mesela adınız Yusuf ise Yusuf Suresi’nin başına bakın. Sadece bu konudaki ayetlerin yazılması bir makale oluşturur.

    Biz Müslümanların Kur’an okuma sorunu yok; anlama sorunu var. Kur’an’ın Arapça olması buna biraz engel ama tek engel değil. Büyüklerimiz, “Anlamak isteyene sivrisinek saz, anlamak istemeyene davul-zurna az.” demişler. Okumak istediniz de tercüme/meal mi bulamadınız?!. Arayınca neler neler buluyoruz. Allah akıl-fikir vermiş ya. Kullanınca…

    Kur’an’ı ezbere bilene “hafız” denir. Geçen yıl ‘Kayseri Hafızlar Derneği’ bir yarışma düzenlemişti: “Meal Yarışması” Hafızlar Birliğinden meal yarışması yani Kur’an’ı anlama yarışması… Bunu duyunca çok sevinmiştim. Bu yazının aslını da geçen sene yazmıştım ama yayınlamak nasip olmamıştı. Ancak yetenekli öğrencilerimi yönlendirdim:
    ”Aman bu yarışmaya katılın.” dedim. Ya ben?! Ben de katılacağım. Bu yarışa katılmalıyız; ‘Kur’an’ın neresinde olduğumuzu anlamak için.’

    Dünyayı bilmem ama Türkiye’de en çok okunan ve satılan kitap Kur’an’dır. Buna rağmen, Kur’an’a inananlar takımında beklenen gelişme olmuyorsa, bir yerlerde yanlışlık var demektir. Bu bakımdan Hafızlar Derneği’nin tesbiti, tesbitin ötesinde teşhistir. Bu kelimeyi özellikle kullanıyorum. Kur’an’ın “şifa” olduğunu duymuşsanız, teşhisle ilgisini kurarsınız. Kendilerini tebrik ediyorum. Okuduğumuzu, dinlediğimizi anlamıyoruz; ağzımızdan çıkanı kulağımız duymuyor.

    Bir başka yanlış da Kur’an’ın ölülere okunması. Rahmetli Akif’in: (ö:1936)

    “İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
    Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”[3]

    şiirini okumayan imam-hatip, duymayan cemaat yoktur. Ben ise yıllarca “Yasin Yasin’e Karşı” isimli makalemi bir türlü yazamadım. Çünkü sorun Yasin’i okumamakta değil, anlamamaktaydı. Ben de yıllarca Yasin’i okumuş; Yasin’in “Yaşayan dirileri uyarmak için” [4] gönderildiğini kırkından sonra öğrenebilmiştim


    Önümüzdeki Kadir Gecesi Kur'an'ın indirilmeye başlandığının yıldönümü olacak.
    Kıymeti Kur'an bilgisinden kaynaklanıyor.  O da ellerimizi arasında.
    Neyi bekliyoruz?
    Araplara Türkçe Kur’an inmesini mi!


    [1] Alak, 96/1
    [2] Fussilet, 41/ 44
    [3] Ersoy, M. Akif, Safahât, İnkılap Yay. İstanbul, 1984; s. 170
    [4] Yasin, 36/70



  • blog

    PİŞMİŞ AŞA SOĞUK SU KATMAK

    PİŞMİŞ AŞA SOĞUK SU KATMAK

    Geçenlerde tv kanallarını gezerken, bir bayanın erkek bir profesörü konuk ettiği bir programa takıldım. Konuşulan kadın hakları, alan ise ‘Müslüman olmamız nedeniyle’ İslam’dı. Ancak konuk ‘kayıtsız-şartsız’ olmadığı için, yüzündeki gülümsemesiyle, savunma psikolojisi içindeydi. Yapımcı hanım konuğuna, muhtemelen ‘kadınlar adına’ soruyordu ama yoruyordu. ‘Az zamanda çok şey yapmak’ kaygısıyla, konu anlaşılmadan bir başkasına geçiliyordu. Eşitlik, kadının eksikliği, aile reisliği, kadının şahitliği vb. Sık karşılaşılan bir durum olduğu için kanala, kadına ve konuğa dikkat etmeden; fazla beklemeden geçtim. Ancak aklıma da bazı şeyler takılmıştı.

    Kahvaltı sonrası, bu hafta okumakta olduğum yaklaşık 10 yıl önce yayınlanmış “Sünnet” adlı el kitabını elime aldım. Sünnetin Çağdaş Boyutu’nu ele alan bölümde, “Hz. Peygamber’in Sünnetinde Kadın” başlığını okurken, akşamki olayla örtüşen bir yere geldim. Yazar, İngiltere’de doktora yapmış bir ilahiyatçıydı. Çağdaş değerlere dokunurken kadına ayırdığı sayfalar daha fazlaydı. Bir yere gelince, konunun ve sorunun akşamki programla örtüştüğünü gördüm. Bakalım, ilahiyatçı konuyu nasıl sunacaktı?

    Konu, Allah Elçisi’nin (s) bir bayram namazında ‘kadınlara özel konuşması’nda, “akılları ve dinleri eksik olduğu” noktasındaki söylemdi. Kadınlardan birinin nedenini sormasına karşılık “akıl eksikliği, iki kadının şahitliği, din eksikliği de âdet günlerinde namaz ve oruçla ilgili ayrıcalıklı” olmalarıydı. Hadisin Buhari, Müslim, Nesai ve Malik tarafından rivayet edilmiş olması; uydurma demeyi güçleştirmekteydi. Yazarın çekinceleri vardı: Söz, Hz. Peygamberin ağzından çıktığı gibi mi aktarılmıştı? Aktarıldıysa, mevcut durumdan hareketle mi söylemişti? Medine’de Müslümanlar Yahudilerle birlikte yaşamaktaydı. Yahudi kültüründe, ay hali günlerinin kadının dindarlığı zayıflattığı şeklindeki yargı, popüler kültürün anlatım unsuru olarak kullanılmış olabilirdi. Genelde ‘bağlamından soyutlanıp dünyamıza aktarılan cümlelerin yanlış anlaşılacağı’ düşüncesine katılıyoruz ancak Yahudi’lerin aksine sünnetler koyan Allah Elçisi’nin ‘popüler Yahudi kültürünü anlatım unsuru olarak kullanmış olması’na katılmamız mümkün değildi.

    Sorunun çözümü yine yazarın “hadis koleksiyonlarının yeterli bir değerlendirmeye tabi tutulmadan, sanki doğrudan ‘Allah Rasulü konuşuyormuşcasına’ genel okuyucuya sunulmasının sağlıklı bir tutum olmadığı” düşüncesinde yatıyordu.  Çünkü Abdulah b. Mesud (ö.32/652) ve hanımı Zeyneb’in hâdisede yer aldığı bu cümleler, yukarıda sıralanan hadiste marka olmuş kitapların otoritesiyle, doğru olarak algılanmaktadır. Ancak Hz. Peygamber’in insan olduğunu vurgulandığı Kur’an’dan hareket edersek “Beşer, şaşar” sözü, bu kişiler için de geçerlidir. Nitekim Buhari’in (ö.256/870) hocası Humeydî’nin (ö.219/834) eserinde geçen kayıtta, soruya verilen cevap Abdullah b. Mesud’un yorumu olarak yer almaktadır. Sahabe sözünün Allah Elçisi’inin (s) sözüne karışması hadis ilminde, ‘idrac’ adıyla ele alınmaktadır. Biz ise bunu “pişmiş aşa soğuk su katmak” deyimiyle anlatmak istiyoruz. Burada söz karışması olduğunu Kamil Çakın 1998’de yazdığı bir makalesinde açıklamaktadır.

    Keşke, adını bilmediğim konuk bundan haberdar olsaydı. Keşke bu kitabı yazan akademisyen Çakın’ın Kadınlar ile İlgili Bir Hadis ve Değerlendirilmesi’ makalesini okumuş olsaydı? Bir A4 sayfasına sığmamak zorunda olan bu konuyu, sıcağı sıcağına ortaya atmadığım için ‘keşke’ demektense, yazayım istedim. Kasıt olmaksızın pişmiş aşa soğuk su katılmış olduğunu haber vereyim. Konu ilgi alanına girip de bir yorumla katılmayanlar veya paylaşmayanlar için üstadın: “Hedefe varmayan mızrak utansın” şiirini hatırlatmak isterim.

    Eşitlik, eksiklik, ailede reislik gibi konulara gelince… Müslümanlığın yumuşak karnıymış gibi sürekli dürtenlere sormak isterim: Müslüman-gâvur, her dinden oluşan 21. yüzyıl dünyasının 200’den fazla ülkesinde, yaşanan bir olgu olarak, kadınların neden devlet başkanı olamadıkları size yadırgı geliyor mu?


    http://www.edebiyatevi.com/yazi-guncelle/146520_pismis-asa-soguk-su-katmak.html



  • blog

    TURASAN


    Kayseri'de, Haziran ayının son pazar günü Şeyh Turasan'ı anma günü olarak düzenlenmektedir. Bu vesileyle, tarihteki Turasan'ı sizlerle paylaşmak isterim.
     
    Battal Gazi Destanı, İslam’ın Anadolu’ya girişinin hikâyesidir. Bir de “Danişmend Gazi Destanı” vardır. Bu Destan’nın II. İzzeddin Kevkavus emriyle, 1244’de yazıldığı sanılmaktadır. Ancak I. Murad devrinde, 1360 yılında tekrar yazıldığı bilinmektedir.

    Danişmend Gazi Destanı, Battal Gazi’nin kızından torunu Melik Ahmed’in destanıdır. Niksar, Tokat ve çevresinde hâkimiyet kurmuştur. Melikgazi diye bilinen; “Kayseri Fatihi” Melik Mehmed Gazi O’nun soyundandır. Sultan Turasan ise Emir Ömer’in oğlu olup Melik Ahmed yani Danişmend Gazi ile birliktedir; Melik Ahmed’in dayısıdır. İkisi de Çeharbağ denilen bir yerde silah eğitimi yaparlar. Sultan Turasan Çeharbağ’da kalırken Melik Ahmed akşamları şehre döner ve ilim tahsil ederdi. Onun için Danişmend’dir.

    Malatya halkı, Battal Gazi ve Abdulvehhab Gazi’nin ölümünden sonra toplanırlar. İleri gelenler içinde Eyyub vardır. Süleyman adlı bir yiğidi, Melik Ahmed ve Sultan Turasan’ı çağırması için gönderirler. Yolda karşılaşırlar ama kahramanlarımız Süleyman’ın niçin geldiğini kendisine söylerler. Çünkü Battal Gazi’nin torunları dedelerini rüyalarında görmüşler ve cihad için emir almışlardır.

    Şehre döndüklerinde, 1067 yılının Receb ayının bir Cuma günüdür. Halk, karşılamak için, yola çıkmıştır. Sultan Turasan ve Melik Ahmed’in elini öperek bağlılık bildirirler. Melik Ahmed Cuma hutbesini okur; namaz kıldırır.

    Malatya halkı, kâfirlerin bir araya gelerek Müslümanları öldürdüğünü; ikisinin birleşerek kâfirleri kırmalarını isterler. Melik Ahmed, Halife’nin izni gerektiğini söyler. Eyyüb ve Süleyman’ı yanlarına alarak Bağdat’a giderler. Eyyüb ve Süleyman, bu iki gencin Diyar-ı Rum’a fethe çıkması için izin isterler. Halife, Şam coğrafyasına işaret eder ancak veziri Halife’yi Rum illerine ikna eder. Ferman, at, hilat, asker ve mal alarak Malatya’ya döner ve asker toplarlar.

    Sivas yönüne hareket eden orduda Sultan Turasan komutanlardan biridir. Ancak Melik Ahmed Gazi yolda, ordunun ikiye ayrılmasını teklif eder. Bizans kralı iki ayrı orduya karşı koyamayacaktır. Kendisi Niksar, Tokat, Amasya, Samsun ve Sinop tarafını hedef seçer. Sultan Turasan ise Kostantiniyye tarafını işaret eder. Malatya’nın ileri gelenlerinden Eyyub, veziridir.

    Kayseri’den İstanbul’a… Aradan yıllar geçer. Rumlar, bu iki kahramana “cazu” derler. Onlara göre ise “Koyun sürüsü ne kadar çok olursa olsun / On’a bir kasap yeter.” Sultan Turasan –Rumların diliyle- Bizans İmparatoruna çok cefalar eder.

    Kayseri/İncesu ilçesinin Tekke Dağı’nda, dağın adını aldığı “Şeyh Turasan Zaviyesi” vardır. Aslında Ürgüb’e bağlı Başdere Köyü eskiden “Sultanım Başköy” olarak bilinirdi. Bu sultan, o sultan olmalıdır; çünkü Danişmend Gazi Destanı’nda O’nun adı “Sultan Turasan’dır. Alaaddin Keykubat’ın hatunlarından, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in anası yani “Valide Sultan” Hunat Hatun eliyle yaptırılan tekke/zaviye binası hâlâ yaşamaktadır.

    Sultan Turasanla Şeyh Turasan Vakfiyesi arasında zaman farkı vardır. Bu yüzden birileri “tarihçiler, iki ismi karıştırıyor” diyebilir. Bir asır gibi bir zaman, dede-torun ilişkisi neden kurulmasın? Biz bu ilginin doğrudan olduğunu düşünüyoruz.

    Sultanım Başköy’ün adı değiştiği gibi Turasan adı da Ürgüp’te bir şarap fabrikasına konmuştur. Hasan Turasan, şarap fabrikasını 1943 yılında Ürgüb’de kurmuş; adını da “Turasan” koymuş. Babası ona Hasan adını koyarken niçin koymuştu acaba?

    Nereden nereye geldiğimizi anlatmak için bu iki gelişme ipucu vermektedir. Artık “kâfirlerin Müslümanları öldürmesine ve Battal Gazi torunlarının da kâfirleri kırmasına” gerek yok. Sosyolojik gerçek yerine “cuk!” diye oturmuştur. “Bir toplum kendini değiştirmeden Allah onlar hakkındaki hükmünü değiştirmez.”

    Biz, öylesine değiştik.

  • blog

    KUKLA MUKLA

    KUKLA MUKLA

    Alan değiştirerek dinlenmek için TV kanallarını gezerken, ‘yalan’ üzerine söz eden bir programa rastladım. Aile içi sorunları çözmeye çalışan, seans uygulayan ‘bir bilen’ vardı. Program sonunda, kızının yalan söylemesini engellemeye çalışan annenin yönlendirilmesi ve bazı şeylere ikna edilmesi ötesinde bir de hediyesi vardı: Uzun, kırmızı burunlu Pinokyo kuklası. Kendisi yalan söylediği için kızı yalana doğru kayan konu mankeni annenin yüzüne açıkça söylenemeyen gerçek, ‘kendisini annesinin kollarına bırakmış çocuğun aslında annenin kuklası olduğu’ mesajını içinde barındırmaktaydı.

    Konu yalan olunca, eğitimci eline pinokyo kuklasını alınca, bu kişinin dünyadan haberdar olduğu ve evrensel değerlerden yararlandığı akla gelebilir. Ben Pinokyo’nun hikâyesini kitabından (Pinocchio, 1883) okumadım ama radyo programlarından, çocuklarımın izlediği çizgi filmlerden (Walt Disney, 1939) biliyorum. İşin özü, mesajıdır. İtalyan bir yazarın (Carlo Collodi)  “Yalan söylersen burnun uzar” diyerek çocuğu yalandan kaçındırmaya çalışması. Yani Hıristiyan Batı kültürünün ürünü. Aslında yalan, bütün dinlerde yasaktır. Hıristiyanlık dininin bu konuda günahı yoktur. Ama bu kültürün hâkim olduğu insanlar öyle midir? Çocuk, yalan söylediğinde burnunun uzayacağına çocukken inanır. Ama hep çocuk mu kalacak? Bilinçli veya bilinçsiz, ilk yalan denemesinde elini burnuna götürünce, olanlara inanamayacaktır. İkinci ve üçüncü denemede ise, ‘yalan söylememesi için kendisine yalan söylendiği’ anlaşılacaktır.

    Bizim kültürümüzde de, çocuklara yönelik  ‘Yalan Söyleyen Çoban’ hikâyesi vardır. Ama bu hikâye, baştan sona doğrudur. Pinokyo öyküsü baştan sona yalan olduğu gibi. Ama nedense, Pinokyo prim yapmaktadır. İthal malı olduğu için mi? Programda geçmedi ama uzmanımız bu hikâyeden haberdar olmalıdır. Ben şahsen, körün gördüğü, sağırın duyduğu bir hikâye diye biliyorum.

    Pinokyo öyküsü aslında batı dünyasının çocuklara söylediği ilk yalan değildir. Yine batı kültüründen öğrendiğimize göre, yeni yılın ilk gününde çocuklara hediye verilir. Hediyeyi anne-baba alır ama çocuğa bir Hıristiyan papazı getirir: Noel Baba. Çocuk -ne kadar çocuk olsa da- kapıdan girip çıkanları gördüğü/bildiği veya göreceği/bileceği için, neden görmediği sorusuna hazır don biçilir: Noel Baba bacadan inmiştir!

    Böylesine yalanla dolu kültüre rağmen bizdeki yalan ve kandırmanın çokluğunun izahı, konu mankeni anneye söylenemeyen gerçekte gizlidir.

    Pinokyo kuklasının ‘Truva atı’ gibi evin içine girmesine gelince, cevabı o kadar basit değildir.

    Biz ‘yalan söyleyen çoban’ öyküsünü bilmemize rağmen yalancı, kandıran, aldatan oluyorsak; “Aldatan bizden değildir’ buyuran Allah Elçisi (s) kimin peygamberidir?

    Batılılar, Pinokyo ve Noel Baba yalanlarını, büyüyüp baba olunca da çocuklarına anlatmaya devam ediyorlar, buna rağmen bizim kadar yalancı değillerse, işin sırrı nerede gizlidir?

    Kur’an’daki kısacık Asr Suresi’ne zamana yeminle, zarardan kurtulacaklarına inanmakla birlikte inancının gereğini yapanlar olduğu söylenmektedir. İnanılanın gereğini yapmaksa, çeşitli vesilelerle, 70 kere yinelenmektedir.

     Peki, ‘Yalan Söylemeyen Çoban’ hikâyesi de var mı?

    Evet, öyle birini bulan Hz. Ömer, delikanlıyı devlet işinde görevlendirmiştir.

    Yüklü bir mesaj içeriğiyle ‘kukla’ hediye ederken kukla olduğunun bilincinde olmayan eğitimcinin yerine kendimi koyan ben, kendimden utandım. Böylesine açık yalan sembolü olan somut kuklanın, ‘Truva atı’ olarak, çocuğunu yalandan korumak isteğinde bulunan konu mankeni annenin odasına girmesi, öncelikle ‘bir bilen’ uzmanın beynine girmesinden sonra gerçekleşmiştir.

    Kültür emperyalizmi dedikleri bu mu acaba?

    http://www.edebiyatevi.com/yazi-guncelle/145802_kukla-mukla.html


  • blog

    Kayseri Fatihi

    Kayzer, Bizans /Doğu Roma kralına verilen bir unvandır. Kayseri’nin Bizanslıların şehri iken zaman zaman akınlarla Arapların eline geçtiği yazılmaktadır ancak gerçek fetih Danişmend Beyliğine nasip olmuştur.

     “Daniş-mend”, Farsça bir tamlama olup medrese tahsili görmüş ilim adamı; bilgin, kültürlü kişi demektir. Kayseri’ye doğudan gelen Danişmendliler, o günün şartlarında, şimdi Pınarbaşı’na bağlı olan Melikgazi Köyü’ndeki Zamantı Kalesini alarak çevresini üst edinmişlerdir. Melikgazi’nin türbesi, adıyla anılan bu köydedir.

    Kayseri Melik Gazi oğlu Mehmed eliyle fethedilmiş ve imar faaliyetleri başlamıştır. Danişmendli Beyliği döneminde Mehmed Melik Gazi Kayseri’yi “merkez” yapmıştır.

    Mehmed Melik Gazi Kayseri’yi fethedince bir cami yaptırır. Bu davranış, Hz. Muhammed(s.a.s.)in izinden gitmek yani sünnetidir. Eski bir mabed yerine, o mabedin put sayılmayacak malzemelerinden yararlanarak Ulu Cami’yi yaptırır. Mermer sütun başlıklarının bitkisel oluşu bunun canlı şahididir. Cami tamamdır ancak iş bununla bitmez. Fetih Suresi’nden sonra gelen Hucurât Suresi’nin “sıralama” yorumu vardır: “Fetih ancak ardından gelen eğitimle tamamlanır.” Yani askeri fetihten sonra eğitim kurumları açarak halkın yetişmesini sağlamak. Bu eğitim ve terbiyeyi sağlayacak kurumlar, tarihi şartlar içinde, camiler ve hemen bitişiğindeki medreselerdir.

    Kayseri’de de -diğer İslam şehirlerinde olduğu gibi- şehir, cami merkezlidir.

    Cami’den sonra bitişiğine Melikgazi Medresesi yapılır. Put sayılacak “haç, insan ve hayvan” motifi bulunan malzemeler de medresede kullanılır. Mesela, Ahmed Nazif Efendi’nin yazdığına göre, mermer sütun başlıklarının dört tarafında belirgin haç resmi vardır. Melikgazi Medresesi de ilk olma özelliği göstermektedir.

    Türbe, Cami-i Kebir’in kıble duvarında bulunduğuna göre, Medrese Türbe’nin önündeydi. Yani şimdiki tuvaletlerin doğusundaki yeşil alanda bulunmaktaydı. Medresenin kalıntıları 1966 yılında, Belediyece ortadan kaldırılmıştır.

    Danişmendlilerden Mehmed Melikgazi erdemli bir bilgin, mücahid bir kişidir.  Danişmend sıfatı da bunu göstermektedir.

    Melik Mehmed Gazi, Rumlar ve Ermeni’lerle cihad etmiş, Abdulmecid bin İsmail Herevî başta olmak üzere çok sayıda din âlimini çeşitli ülkelerden davet ederek Anadolu’da İslamiyet’in yayılması için çalışmıştır.

    Anadolu’da yazılan ilk eser olma unvanını taşıyan Keşfu’l Akabe, Danişmendliler zamanında, Kayseri’li İbnu’l Kemal İlyas bin Ahmed’e aittir. Bu eser, Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nde görev yapan Mikail Bayram tarafından, 1981 yılında yayınlanmıştır.

    Mehmed Melik Gazi, 6 Aralık 1143 yılında Kayseri’de ölmüştür. Cami-i Kebir’in kıble tarafında, Mehmed Melik Gazi Türbesi yapılmıştır. Türbe, cami ve medreseyi birbirine kaynak yaparcasına, ikisinin arasındadır. Cami ve Türbe’nin zemin seviyesi/kodunun düşük oluşu, ne kadar eski olduğunu anlatmaktadır.

    14 Aralık 1988 tarihinde yürürlüğe giren bir yasa ile Kayseri’nin iki merkez ilçeye bölünmesi sonucunda, eski Kayseri’nin ağırlıklı olduğu kısma Melikgazi adı verilmesi bir vefa örneğidir.

    Yolu buradan geçen her Kayseri’li, İstiklal Marşı şairi rahmetli Akif’in “bastığın yerleri toprak diye geçme; tanı” ifadesiyle Türbe’de yatanın bu toprakları bize vatan yapan Mehmed Melikgazi olduğunu hatırlamalıyız. Gazi, nurlu ve onurlu insan olsa da, masrafsız hediye olarak “ruhuna Fatiha” yollamalıyız. Ölüm yıldönümü dolayısıyla Mehmed Melik Gazi’yi anıyor ve “Allah rahmet eylesin” diyoruz.

  • blog

    Kayseride Bir Valide Sultan


    Son yıllarda, Muhteşem Yüzyıl dizisinin gösterime girmesinden sonra Osmanlı tarihine ilgide bir artış gözlemlenmektedir. Dizide geçen Hürrem Sultan, Valide Sultan olamamıştır ama Sultan Süleyman döneminde çevrilen ’entrikalar’ çerçevesinde, ‘Valide Sultan’ kavramı da dile getirilmektedir.

    Valide Sultan kimdir? Ne zamandan beri vardır? Nasıl ‘Valide Sultan’ olunur? Hürrem, ‘Valide Sultan’ olmuş mudur? Hepsi böyle midir? Valide Sultanların hepsi de İstanbul’da mıdır? Kayseri de, bu konuda söz sahibi midir?

    ‘Valide Sultan’ unvanı padişah annelerine, ‘oğlu padişah olduğu sürede’ verilen bir addır. Nitekim ‘Padişahların anneleri hakkında kullanılan bir tabirdir.’ ‘İlk defa, III. Murad tarafından validesine verilmiş ve sonra umumîleşmiştir.’

    Son yıllarda, üniversitelerin mimari fakültelerinde yapılan tezlerden bazıları, valide sultanların bıraktıkları vakıf eserler üzerine yoğunlaşmaktadır. Mesela, Valide Sultanların İmar Faaliyetleri, Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Camisi ve Külliyesi, Eyüb'de Mihrişah Valide Sultan Külliyesi ve Koruma Önerileri, Yıldız Sarayı Valide Sultan Köşkü, Bezm-i Âlem Valide Sultan gibi.

    Bu tezlerden birinin girişinde: “Son yıllarda Türkiye’de saray kadınları hakkında yapılan araştırmalar giderek artmaktadır. Bu alanda kaleme alınan çoğu eserde saray kadınlarından valide sultanlara ağırlık verildiği görülmektedir. Ancak yazılan eserlerde çoğunlukla valide sultanların menşelerine, oğulları ve devlet yönetimi üzerindeki olumsuz etkilerine ve entrikalarına yer verilmiştir. Bunun yanında onların yaptığı hayırlara, bu hayırların göstergesi olan eserlere az yer verilmiştir. Bu nedenle de çoğu valide sultan hep olumsuz yönleriyle anılmış, yaşamları boyu yaptıkları hayırlar arka planda kalmıştır. Oysaki padişah anneleri servetlerinin büyük bir bölümünü hayır işleri için harcamışlardır” denilmektedir.

    Kayseri’de de böyle bir “Valide Sultan” bulunmaktadır. Daha önemlisi ise bu sultanın Selçuklular Dönemi’nde olmasıdır. Bu Valide Sultan, Alaaddin Keykubat’ın (ö.1327) eşi, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in annesi, Mahperi Hatun’dur. Daha çok Hunat Hatun adıyla anılır. Ahmed Nazif Efendi (ö.1914), “Bugün Hunat olarak söylenen Huvant sözü, Selçuklu ailesi sultanlarına ait özel bir unvandır“ demektedir.

    Hunat-Mahperi Hatun’un kökeni hakkında kesin bir şey bilmiyoruz. Kayseri’de, bazılarının tercih ettiği görüş, “Alaaddin Keykubat'ın eşi Mahperi, Bizans Tekfurlarından Kalanoros Kalesi sahibi Kir Vard’ın kızı” olmasıdır. Osman Turan’ın Ermeni tarihçi Sempad’a dayanarak yazdığı bilgi doğru kabul edilerek, sürekli tekrar edilmektedir. Daha önce (2003) biz de onları ‘bir bilen‘ sanarak, o görüşe uymuştuk. Ancak daha sonra, kaynaklara ulaşınca  (2005) o günlerin şahidi İbni Bibi’yi tercih ettik.

    İbni Bibi’nin (ö.1272), Kyr Vart "daha önce satın aldığı edepli ve namuslu kadınlarının seçkinlerinden birini, Muhammed'in (a.s.) şer'i emirlerine uygun olarak hazırlayıp Sultan'ın kutlu hareminin ve uğurlu ailesinin fertleri arasına katılmak üzere gönderdi" kaydını önemsiyoruz. Bu anlatım bize, tarih kültürümüzdeki ‚cariye‘ kelimesini akla getirmektedir. Osmanlı döneminde ve hareminde böyle uygulamaların olduğu bilinmektedir ancak biz Selçuklu Döneminden ve dönemin önemli Sultanı Alaeddin Keykubat’tan bahsediyoruz.

    Kalonoros Kalesi alınıp yeniden yapılandırılır. Adı, Sultan Alaeddinin adına bağlı olarak Alâliye konur ve söylene söylene Alanya haline gelir.

    Yönetimi Malatya’dan Şam’a uzanan Melik Âdil’in oğullarıyla iyi geçinmek isteyen Sultan Alâeddin Melik Adil’in kızı Âdile Sultan’la diplomatik bir evlilik yapar.

    Alaeddin Keykubat, Mahperi Hatun’dan olma, büyük oğlu Gıyaseddin’i Mengücek iline Melik tayin eder. Henüz bir yaşında olan ve Eyyubi prensesi olan Melike Âdile Hatun’dan doğan küçük oğlu İzzeddin Kılıçasan’ı da bütün emirlerin biatı ile kendisine veliahd yapar. İşte bundan sonra olayların seyri, beklenmedik bir şekilde gelişir.

    Alâeddin Keykubat’ın zehirlenerek öldürülmesi üzerine, II. Gıyaseddin tahta çıkarılır. “Asıl veliahd İzzeddin’e sadakat eden beylerin muhalefetine fırsat vermemek için de ‘Meydan Kapısı’ müstesna, şehrin diğer bütün kapılarını da sıkı sıkı kapatılır.” Bu durum, genç denilecek yaşta ‘Alâiye’den’dan Sinop’a’, kara ve deniz hâkimiyeti kuran Alâeddin Keykubat’ın ölümünü daha bir şüpheli hale getirmektedir.

    II. Gıyaseddin, Validesi Mahperi’nin etkisiyle Veliahd İzzeddin’in annesi Melike Âdile’yi önce Ankara Kalesi’ne hapsettirir sonra da öldürtür. Yay kirişiyle boğdurularak öldürülmenin kadın oluşuyla ilgisi yoktur çünkü “hanedana mensup olanların, kanlarını akıtmamak için, yay kirişi ile boğdurulması Selçuklularda mevcut idi" denilmektedir.

    Sivas Caddesi’nin sağında yer alan Âdile Hatun Kümbedi, kitabesinden anlaşıldığı kadarıyla, mezarı kızları tarafından 11 yıl sonra (1247) yaptırılan mazlum bir Hatun’un acıklı hikâyesini dile getirir.

    Hürrem Sultan entrikalarının en önemlisi, Şehzade Mustafa’nın, babası tarafından yeniçerilere, çadırda yay kirişiyle boğdurtularak öldürtülmesidir. 1555 yılının Nisan ayında Anadolu’yu dolaşan Alman seyyah, o günleri şöyle anlatır: “Geçtiğimiz yollarda halkı üzüntülü ve kızgın bulduk. Bir kısmı şehzade Mustafa’nın öldürülmüş olmasına bir kısmı da İran seferinin sürüp gitmesine üzülüyor. Zira herkes Mustafa’yı övmekte ve padişah tahtından ayrılınca Türkiye’de huzursuzluğun artacağından ve başkaldırmalar çıkacağından korkuyor. Geride kalan iki şehzadenin babaları gibi olamayacaklarına inanıyorlar.”

    Otuz yıl önce, bu acıklı hikayeyi öğrendiğimde duygularım hakim olamamış ve şöyle bir şiir yazmıştım: İstanbul’un ortası Şehzadebaşı /Şehzade Mustafa’nın başı/ Belli ki Hürrem Sultan‘ın işi / Çıkar Direklerarası’ndan…

    Hürrem Sultan’ın bize anımsattığı bir olay ise yüzyıllar öncesinde, Kayseri’de yaşanır.

    Kayseri’de, Hunat Camii doğu ve kapısındaki kitabelerde, 1238 tarihinde, Alaaddin Keykûbat’ın oğlu Keyhüsrev devrinde yaptırıldığı yazılıdır. Doğudaki kitabede Büyük Melike Mahperi Hatun sıfatları geçmektedir. Mah, Farsça’da ay demektir. Peri ile birleşmiş ve isim olmuştur. Gayr-i Müslim olan cariyelere yeni bir isim verildiğinden buna da Mahperi adı verilmiştir. Batıdaki kitabede ayrıca el-Âhile yani kadın hükümdar sıfatları geçmektedir. Hunat Hatun Türbesinde, sanduka kitabesindeki pek çok sıfat içinde ‚el-Mutasaddikatü bi'lmali uluf= devlet malından binlerce harcayan‘ sıfatı da dikkat çekmektedir. Bugün yaşayan haliyle hamam, cami, medrese ve türbesiyle Külliye olma özelliğini sürdürmektedir. İncesu'da, Tekke Dağı diye bilinen mevkide Şeyh Turesan Veli Hazretleri adına tekke yaptırmış; adına vakıflar bağışlamıştır. O günün tarihi/siyasi şartları içinde, Kayseri dışında da -Mesela, Tokat'ın Pazar ilçesinde bulunan Han‘ın kitabesinde de Vâlidetü’s-Sultâni’s-Selâtîn Mâhperî Hâtûn yazdığı belirtilmektedir.

    Halil Edhem, sanduka kitabesinde ölüm tarihinin olmamasına şaşar. Nitekim yine cami kitabelerinin II. Gıyaseddin Keyhusrev iktidarının ilk yıllarına ve Mahperi Hatun’un mezar kitabesinin ise Keyhusrev’in ölümünden sonraki zamana denk geldiğini söyler. Bize göre, türbe hayattayken yapıldığı ve kitabesi yazıldığı için ölüm tarihi yoktur.

    Bu vakıfların, halkda meydana gelen infiallerin telafisiyle ilgili olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda, Hunat Hatun oğlundan da uzun yaşamış olmaktadır. Devlet malından adına yapılan eserler onu ölümsüz kılmıştır.

    Türbede, mermer sandukanın bir yüzünde de, 20 kadar sıfattan sonra Validetu's Sultan sıfatı geçmektedir.

    Son yıllarda yapılan bir tezde, “Valide sultanların menşeleri tam olarak bilinmemektedir. XVI. yüzyıla kadar Osmanlı padişahlarının Türk hanedanlarının kızları ve Bizans prenseslerinden olmak üzere nikâhlı aileleri ile ‘odalık’ denilen cariyeleri bulunmaktaydı. Padişahların hem nikâhlı eşlerinden hem de cariyelerinden doğan çocukları vardı. XVI. yüzyıldan itibaren ise Osmanlı padişahları sarayda yetişmiş olan veya kendilerine hediye olarak sunulan cariyeleri aile olarak kabul etmişlerdir. O halde denilebilir ki XVI. yüzyıldan itibaren Valide Sultanların kökenleri saraydaki cariyelere dayanmaktadır” denilmektedir.

    Validetu's-Sultan yani Sultan‘ın Annesi olmak yönetimde bir ayrıcalıktır. Osmanlılar döneminde meşhur olduğu sanılan bu deyime işte burada, yüzyıllar öncesinde Selçuklu'larda rastlamaktayız.

    Alaeddin Keykubat’ın (Alâiye/Alanya’dan Sinop’a) ömrü fetihlerle geçmiş ve genç yaşta şüpheli bir şekilde ölmüştür. Önceki eşi Âdile Hatun’dan olma oğlu İzzeddin’i yerine layık görmesine rağmen Hunat Hatun’dan olma Gıyaseddin’in başa geçirilmesi bir entrikanın ürünü olmalıdır. “Valide Sultan” Mahperi, gerekli tedbirleri almış olmalı ki rakibi Âdile Sultan’ı önce Ankara’ya sürdürtmüş (1238) sonra yay kirişiyle boğdurarak öldürtmüştür.

    Alaaddin Keykubat’ın öteki oğlu İzzeddin’i yerine geçirmek için komutanlarından söz almasına rağmen Hunat Hatun’un oğlu Gıyaseddin’in geçirilmesi de Valide Sultan’ın çabalarıyla gerçekleşmiş olmalıdır.

    Selçuklular Döneminin önemli sultanı Alaeddin Keykubat, eşi Âdile Hatun’dan oğlu İzzeddin’i veliahd tayin edilmişken Hunat Hatun oğlu Gıyaseddin Keyhusrev’in başa geçirilmesi, Mahperi Hatun’un Valide Sultan olması, Âdile Hatun’un sürülmesi ve öldürülmesi gibi olaylar Hürrem Sultan olaylarıyla örtüşmektedir. Ancak Hürrem Sultan Valide Sultan olamamıştır. Ayrıca Hunat Hatun’un Valide Sultan oluşu, Osmanlı dönemi valide sultanlarından birkaç yüzyıl önce gerçekleşmişdir.

    Osmanlı öncesinde, Selçuklu Kayseri‘sinde de bir Valide Sultan vardır; adı Hunat Hatundur. ‚Kümbedler‘ diye bilinen, Sivas Caddesi’nin sağındaki Kümbed’de bu acıklı hâdisenin günümüzde yaşayan tek hatırasıdır.

    http://www.edebiyatevi.com/yazi/125851_kayseride-bir-valide-sultan.html





  • blog

    Yazmak İçin

    Çoktandır yazmıyorum. Akademiye geçtikten bu tarafa baktım da köşe yazım yok. O zaman da “Yazmak için, kızmak lazımdır” demişim. Karga/ saksağan, kekliğin sekişine özenmiş; ona benzemek istemiş ama bu arada kendi yürüyüşünü unutmuş: Bu yüzden bir kayar, bir sekermiş…

    Üniversitede olmak ve şu günlerde 2000 sonrası kuşaklarla uğraşmak “Z Kuşağı” hakkında yapılmış bir yüksek lisans tezinden üretilmiş makaleyi okumamı gerektirdi. “Kendim için” okumuştum ama altını çizdiğim cümleler, düştüğüm notlar bende bir kıvılcım oluşturdu. Düşüncelerimi sizinle paylaşabilirdim.

    Din Sosyolojisi’nde, muhafazakâr ailelerden gelen, İHL ve Kur’an kursu ağırlıklı, 15-20 yaşları arasında 20 kadar genç üzerinde yapılmış yeni (2020) bir anket. Kuşaklar için ABC kullanılmıyor. Bizim '68 kuşağı' dediğimiz; sağ-sol adına birbirine düşman olanlara X, 80 devriminden 2000’e Y kuşağı diyorlar. 

    Sosyoloji’nin bilim olarak çıktığı kaynak, kurallarını da koyuyor. Araştırmacı 'İnanç, ibadet, tecrübe, bilgi ve etki' şeklindeki beş boyutlu dindarlık yaklaşımından hareketle Z Kuşağının din algısını ortaya koymaya çalıştık" derken benim aklıma "itikad/inanç, ibadet, muamelat, mücazat, ahlak” boyutları düşüyor.

    Araştırmacı, “Y Kuşağı internet öncüleriydi” derken “Z kuşağı, akıllı telefonla yatıp akıllı telefonla kalkıyorlar.” “Emoji diline yöneliyorlar.” Yüzyüze olmaktan rahatsız, sanal iletişimden hoşlanıyorlar. Bu durum yalnızlığı giderir gibi gözükse de fiziki yalnızlığı yaşıyorlar. Facebook ebeveynlerinin kuşağına ait olup Instagram ve Twitter’da vakit geçiriyorlar. Y kuşağının ortalama dikkat süresi, 12 saniye iken Z kuşağının 8 saniyedir."

     Torunum Berat'tan biliyorum: "Çıkıldım!" diyor; hemen sıkılıyorlar.

    “İnternet ve sosyal medya sayesinde, tüm dünyada küreselleşme ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle beraber sınırların aşıldığını ve evrensel anlamda benzerlikler görüldüğünü, tüm dünyada gençlerin de birbirine benzediği" müthiş bir gerçek. Bizlerin “aile, okul, sokak” dediğimiz eğitim sürecinin hepsini sollayan değil; sağlayan bir şey ortaya çıkmıştı. Üniversiteye daha iyi bir işe girmek, daha çok para kazanmak için geliyorlardı; hocayı da "kredi ve diploma almak için" dinliyor gözüküyorlardı. Pandemi onlara yaradı; devam, dinleme, bilme zorunlulukları yok. Üstelik, kopye imkanları çok. Tek sıkıntıları, ailelerinin yanında olup yeterince özgür olamamak.

    Lise ve Üniversite karışımı deneklerde İmam-Hatipli Meryem'in: “Fıkıhçımız sürekli bize şey diyor -bunu söylemesi de açıkçası beni çok rahatsız ediyor- işte “dinle ilgili bazı konularda aklınızı kullanmayacaksınız” diyor ve hani bu çok sinirimi bozan bir cümle “aklınızı kullanmayacaksınız”. Yani o zaman öyle bir şey diyor da aklınız kullanmayıp o zaman duygularımla iman ediyorsam beni bundan yargılamaması gerekir gibisinden diye düşünüyorum. Dinle ilgili konularda aklın kullanılıp/ kullanılmaması meselesi, Meryem gibi birçok gencin ikilem yaşamasına neden olmuştur. Ama susuyorlar; diplomayı alana kadar. Ama ben soruyu kendim sormuşumdur? - Hangi akıl? Akl-ı selim mi? Einstein'ın aklı mı? Benimle yaşıt olan Bill Gates'in aklı mı? Fıkıhçı Selim'in aklı mı?

    Ayşe'nin "Sosyal medya için bir fıkıh yazıyor ama adam sosyal medya kullanmayı bilmiyor." dediği, sosyal medyanın farkında olan ama benim gibi dinazorları kullanan kesimler ya uyutuyor, ya da uyuşturuyorlar. “Cuma günleri ve Kandillerde mesaj paylaşır mısınız? sorusunu genellikle gülümseyerek yanıtlayan görüşmecilerimiz, bu mesajların daha önceki kuşaklara ait kutlama pratikleri olduğunun altını çizmektedirler."

    "X, Y kuşağı eşcinselliğe aktif bir karşı çıkışla yaklaşırken Z Kuşağı, “Linç yeme” çekincesi yüzünden pasif bir kabulleniş sergilemektedir." Sosyolojinin “Habitus” dediği şeyi Cüneyd-i Bağdadî'nin (ö.911) farklı bir bağlamda söylediği Suyun rengi, kabın rengidir’ sözü anlatmaktadır. Konumuz bağlamında, kişisel ve toplumsal çevre olarak düşünmek gerekir. Yani bundan sonra ‘suyun rengi kabın rengi’ olmaya başlayacaktır. Mesela “Hasan: ilk kadınlarla el sıkışmıyorduk. Sonra edebiyat hocamız, bunun aslında çok gurur kırıcı bir şey olduğunu anlattı. Sonra bana makul geldi” diyor. Oysa edebiyatçı bir şey daha diyordu: Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın/ Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git/ Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın/ Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git! (Faruk Nafiz Çamlıbel).

    5’den seçmeli soru testi çözenler iyi bilirler: “Doğrunun en büyük düşmanı, doğruya en yakın yanlıştır.” Çeldirici… Çeldirici mantığını kabullenenler, İnsan şeytanını da kabullensinler… Bu edebiyatçı gibi.

    Araştırmacı, "Hz. Peygamber’in 'Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir.' (Tirmizi, Zühd, 45. Ebu Davud, Edeb, 16) Hadis-i Şerif’i, Bourdieu’nün akademik dilde ‘sosyal sermaye’ olarak adlandırdığı olguya işaret etmektedir." derken, Din sosyolojisinin doğal sonucuna köprü attığını görüyoruz.

    Z kuşağının okumayacağı bu yazıyı X kuşağı okurdu ama tükendi. Şiiri makaleye tercih eden Y kuşağı da zorlanarak okuyabilir. Bu yüzden, size zorlamak istemiyor; sözü burada kesiyorum.

  • blog

    Hz. İsa Çarmıha Gerilmedi Ama...

    Kullandığımız miladi takvim, İsa (a.s)ın doğumunu sıfır sayarak başlayan bir takvimdir. Buna göre, yeni bir doğum yılına daha giriyoruz. İsa’dan 6 asır sonra gelen Muhammed (s.a.s.) ve getirdiği Kur’an konuyu netleştirse de ne zamandır aklımız karışık. Baskın Avrupa kültürü, “ehl-i kitap” bilgileriyle yoğrulmuş olduğundan; yer yer Hıristiyan bakış açısını yansıtmaktadır. İsa’nın doğumunu kutlayanlar da aslında “işlerine gelen işleri” yapmaktadırlar.
    Filistin’de doğan, büyüyen, yeni bir dinin elçisi olan ama kucağında büyüdüğü Yahudiler tarafından ümüğü sıkılan İsa (a.s.) konusunda Yahudilik susmak zorundadır. Suçluluk psikolojisi içinde… İnsanların beynini moloz bilgilerden kurtarmak ise, son yeni dinin görevidir.
    İsa’dan sonra 325 yılında, İznik’te toplanan konsül sonrasında resmi Roma Hıristiyanlığı başlamış; o anlayışın dışındaki mezhepler tarihe gömülmüştür. Barnabas İncili’nden bahsediliyor. İznik Katliamı’ndan kurtulan İncillerden biri… Musa (a.s.)ın, Firavunun katliamından kurtulması gibi bir şey….
    Hıristiyanlığın ilk zamanlarında bazı mezhepler, İsa´nın öldürüldüğünü kabul etmemiş; onun yerine Simon´un öldürüldüğüne inanmışlardır. Barnabas İncili’ne göre de çarmıha gerilen kişi, Hz. İsa´ya ihanet eden ve bunun cezası olarak mucize olarak İsa´ya benzetilen Yahuda İskariyot´tur. (Bkz. Barnabas–216)  
    http://barnabas-incili.com/incil/barnabas/22/
    Eski tabirle “şeriatların ruhu” diye bir başlık vardı yani “dinin” amacı da diyebiliriz. Bunlar canı, malı, nesli, aklı, dini korumaktır. Baskın kültürler başımızda sağlam akıl bırakmamıştır. Bunun için, Müslümanın yapacağı şey, Kuran’ın dediğine yani Allah’ın sözüne inanmaktır.
    Allah’ın buyurduğuna göre, “Her canlı ölümü tadacaktır. ”(Âli-İmrân:185) “Her canlı ölecektir. İsa bir canlıdır. O halde İsa ölmüştür.” Bu, basit bir mantık kuralıdır.
    Ku’ran, herkes için indiyse, yapılan tercümelerden birine güvenenler, o tercümeden okusunlar; her gelenin değil de “Allah’ın dediğine” baksınlar. Amentü/ İnandık dedikleri kitaba…
    O buyuruyor ki: “Biz, Allah’ın Elçisi olan Meryem’in oğlu İsa Mesih’ı öldürdük” demeleri sebebiyle kendilerini lânetledik; rahmetimizden kovduk. Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve çarmıha germediler. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. Aslında İsa’nın katli hakkında kendileri de ihtilâf içindedirler. Onların bu öldürme hâdisesine ait bir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Onu gerçekten öldürememişlerdir. (Nisa: 157–158)
    Rahmetli Necip Fazıl’ın (ö:1985) kullandığı bir söz vardı. “Güneşi ceketinin astarında kaybetmiş” kişilerden bahsederdi. “Cebi delik ceket” giymeyen kuşakların bunu anlaması güç olabilir ama Hayali Bey’in (ö:1656) O mâhîler ki deryâ içredür; deryâyı bilmezler" mısraını da anlamaları imkansız. Yani balıklar suda yaşarken suyun değerini bilmezler. Eeeee… Sudan çıkınca anlasalar da bir anlamı kalmayacaktır.
    Bugün yarın, çooooook uzaktan, Müslüman olmayan birileri gelse, “İsa çarmıha gerilmedi” dese, “bir avuç tuz alıp arkasına koşacak” bir sürü mahlûklar olacaktır. Adam, “İsa çarmıha gerilmedi, demedim.” dediği halde, ardından koşanlar olduğuna göre…

  • blog

    Ayılana Gazoz

           40 yıllık ilahiyatçı olarak hep duydum ve gördüm: Ölülere Yasin okunur. Gün geldi, ben de okudum. Neden “Yasin?” diye sordum. “Yasin, Kuran’ın kalbidir.” dediler. Yani özeti. Özelliği neydi ki ölülere okunuyordu? Oysaki Kur’an dirilere –biz Türklerden farklı olarak- anladıkları dilde gelmişti.

    Kur’an okumaya devam ederken hadis de okumaya başladım. Doktora sırasında gördüm ki, Allah Elçisi’nin ölümünden 340 yıl sonra, İbn Hibban (ö:965) bu hadisle ilgili olarak şöyle diyordu: “Ölüm döşeğinde olanlara Yasin okuyunuz”. Demek ki daha o yıllarda, “eksenden sapma” gerçekleşmiş ve de tesbit edilmişti. Yanlışı sürdürme konusunda üstümüze kimse yok gibi.

    Sonra “ölüm döşeğindekilere Yasin okumanın nedenini” kendime sordum. Cevap yine Yasin’in içinde olmalıydı. Bulmak için aramam ve de anlamam gerekiyordu. Eh, bunca yıllık ilahiyatçı olunca, meal yardımıyla da olsa, soruma cevap arayarak okudum.

    Yasin, Allah Elçisi’nin “Uzun zamandır ataları uyarılmamış bir topluluğu uyarmak için gönderildiğine” yeminle başlıyordu. İlk sayfa biterken “ölüleri diriltir; yaptıklarının faturasını önlerine koyarız” deniyordu. Kuran’ın ve indiği sürecin yarısının, insanları bu cümleye inandırmakla ilgili olduğunu biliyor muyuz?

    2. sayfada, şehrin öte başından koşarak gelen, “Uyun, bu güzel adamalara” diyen kişinin Hatay’lı Habib-i Neccar olduğu rivayet edilir. Sonunda o da şehit edilir. Adınız “Mükremin” ise, sordunuz mu ana-babanıza, nedendir?

    Yatsı çıkışında imam yalnız kalınca, sarhoş kapıya dayanır. Anasının ölüm yıldönümünde “Yasin” okutacaktır. İmam bakar ki iş çetin, mezara giderler. Okumaya başlar, 2. sayfayı atlar, sonraki sayfaları martlar ve Yasin’i bitirir. Sarhoş, tatmin olmamıştır; “Hocaaaa!” der. “Kısa kesdinnn!” Hoca “Nerden bildin?” deyince “Mükremiiin geçmedi” cevabını verir. Meğer babasının adı  Mükremin’dir. Biz, işin orasındayız.

    3. sayfada kışla ölen, baharla dirilen topraklar misal verilir ve bu topraklara can veren ve de toprağın bize verdiği nimetlerden bahsedilir.

    4. sayfada, Nuh’un Gemisi’nde taşınan çiftleri hatırlatan kuşaklardan bahsedilir. Elçilere meydan okurlar. Şartele basılır; sönerler. Şartel kaldırılır; yanarlar. O kadar basittir.

    Hocalar, öldükten sonra dirildiğine şaşan kalasları anlatan ayette, nedenini bilerek-bilmeyerek, “sekte” yaparlar. Neden mi? Türkçecilerin öğrettiği “Oku sen de baban gibi eşek olma” cümlesindeki imla da böyledir.

    5 sayfada, yaptıklarının karşılığını Cennet ve Cehennem olarak bulanlardan bahsedilir. Ölüm ve sonrasından. Şiirsel manzume devam eder ama şiir değildir. O, okuyanların anladığı; Allah Elçisi’ne “Dirileri uyarması için…” gönderilmiş Kuran’dır. Ve de kâfirlere “Gördünüz mü !”demek için. Çünkü ölüler dirilecek ve hesap görülecektir.

    6. sayfada, kalasın birinin eline çürümüş kemiği alıp “Bu mu dirilecek?!?!” diyerek ufaladığından bahsedilir. “Yoktan Yaratan, var olanı Diriltmeye çoktan Kâdirdir.”

    Kömürün, petrolün ağaçtan olduğunu bilen insan, isyanları oynamaktadır!

    Şairin dediği  gibi “Şu çıkan buluta bak şu inen suya inat” manzarasından sonra “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur” demek O’na bilerek inanmaktır.

    Ölüm ve diriliş. Öl deyince ölür; Ol deyince olur. Şehrin ana elektrik arterindeki şarteli indirmek ve kaldırmak, görevlisine basittir. İşte öyle bir şey…

    Her yerde söylenmesi gereken bir söz vardır. “Düğüne giden oynar; ölüye giden ağlar.” Ölmek üzere olana da Yasin okunur. Ama o kişi yine de diridir. Her şey gözünün önünden, film şeridi gibi, şöyle bir geçsin diye. Söylendiğine göre, ölümün ayak seslerinin geldiği an yaman bir zamandır. O anın gündemi, Yasin’in gündemi olmalıdır. Ayaklar kayabilir.

    Yasin, ölüm ve dirilişin resmi geçididir.

    Koca Yasin sadece bunları mı söylüyormuş? diyenleri duyar gibiyim. Şu bir sayfalık yazıyı kaç kişi okumayı göze alabilmiştir? Cevabı, kendinize verin.

    “Dirileri uyarmak için” gönderilen Kuran’ı genelde, Yasin’i özelde, kendimize okuyalım.

    Türküz; türkü çağırırız” demek kolaydır. Türkünün “Ayılana gazoz, bayılana limon” nakaratını bir de düşünerek tekrarlamaya devam edin, bakalım.

    Ne kadar gidebileceksiniz?

    http://www.edebiyatevi.com/yazi-guncelle/59299_ayilana-gazoz.html


     

  • blog

    SEKTE'DEN ANLAMA

    Kur’an okumayı öğrenen her Müslüman ardından “tecvid” öğrenmeye heveslenir. 
    Öyle ya! Yapılan her işin güzel yapılması gerekir. Hele bu iş, Kur’an okuma olunca… Bunu gerçekleştirdiği zaman büyük bir zevk duyar; aşka ve şevke gelir. Ama neden?

    Tecvid, güzel okuma demektir; Kur’an’ı “güzel okumak” kastedilir. Kur’an “Allah’ın sözü” olunca, “güzel konuşma” anlamına gelir. Yani Kur’an okunurken “Allah konuşuyor” demektir. Öyleyse cümleler düzgün söylenmelidir. Şimdilerde buna “diksiyon” denilmekte; güzel konuşma için diksiyon kursları verilmektedir.

    Hoca ya da imam dediğimiz insanlar tecvidden anlarlar. Öğrenir, öğretir; okur, okuturlar. Ama anlamından anlamazlar çünkü “tecvidden anlama” gidiş konusu irdelenmemiştir. Adamın birinin “Biz babadan böyle gördük!” dediği gibi, “Biz hocadan böyle gördük!” der ve devam ederler: “Kur’anı tecvidle okumak gerekir.”

    Bize göre de, bu hocalara sormak gerekir: “Ama neden? Ama niçin? Ama niye?

    Tecvidin tanımından başlamak üzere, pek çok kaidesi vardır. Ağızdan çıkan harflerin çıkış şekli, harflerden oluşan kelimelerin söylenişi, kelimelerin birbiriyle birleşmesi halinde ne gibi durumların meydana geldiği, ne gibi geçiş kolaylıklarının olduğu gibi soruların cevabı aranır. Anadilimizde olsa anlamak/anlatmak kolay çünkü dilin anlamla doğrudan ilişkisi vardır ama dil yabancı olunca durum değişmektedir. Anlamadan anlamlı konuşma, kavramadan güzel konuşma meydana gelmektedir.

    Bu tecvid kaidelerinden biri de sekte’dir. Sekte, “Kur’an okurken, nefes almadan durup-geçmek” demektir. Müzikte “sus işareti” ya da “es” diye ifade edilen şeye tecvidde “sekte” denir. Benim gibi hoca ya da imamlar sekte kaidesini çok iyi bilirler. “Kuran’da dört yerde sekte vardır” diye söze başlar, uygulamalı olarak misallerini verirler. Ama niye? diye sorsanız çoğu bilmezler. Çünkü nedeni sorgulanmamıştır. Askerlikteki “Tüfek çatılacak! Çaaaat!” mantığı bu ilimde de geçerliliğini sürdürmektedir.

    Şimdi siz sorun ben cevap vereyim: “Neden?”

    Tecvid kitaplarının anası “Karabaş Tecvidi’nden tutun da, en ayrıntılı olarak bu kaideleri anlatan kitaplara bakın. Anlamla ilgili cümleler bulamazsınız; eğer bulursanız, buyurun bize cevap atın. Burada yayınlayalım.

    Bu sektelerden biri, herkesin duyup bildiği “Yasin Suresi’ndedir. Kaideye uygun okunduğu zaman cümle şu anlama gelir: Öldükten sonra dirilmeye inanmayan insanlar Kıyamet günü dirilince, “Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahmân'ın bize vaat ettiği şeydir. Elçiler gerçekten doğru söylemişler!” derler. (Yasin, 52)

    Sesi kesip nefes almadan okumaya devam etme yerine hiçbir şey yokmuş gibi okumaya devam edince cümle şu şekle dönüşüverir: “Eyvah, eyvah! Bizi bu kabrimizden kim kaldırdı? Rahmân'ın bize vaat ettiği şeydir; elçiler gerçekten doğru söylemişler!”

    Eğer fark etmişseniz, bu cümle, Türkçe öğretmenlerinin okullarda, “cümlede, virgülün konacağı yerin anlamı nasıl değiştirdiğini” gösteren meşhur örneğine benzemektedir.

    1- Oku sen de baban gibi, eşek olma.

    2- Oku sen de, baban gibi eşek olma.

    Virgül, ilgili kelime önüne konulan bir işarettir ama cümleyi okurken “yarım ses civarında sus” anlamına gelir. Tecvidde “sekte” denilen şey de aynen böyledir.

    Kur’an’da geçen, sekteyle ilgili öteki cümlelerde de, buna benzer hususlar yüzünden, nefes alıp vermeden; susup geçmek doğrudan doğruya anlamla ilgilidir. Dinleyenin sesi yanlış algılama ihtimalini, yanlış anlama halini ortadan kaldırmak için tedbir almadır. Yoksa can boğaza dayandığında, kurtaracak "Doktor!!!" yerine  "Çorbacı!!!" diye bağırmış olabiliriz. (Kıyame, 75/27)

    Kuran'ı okumak, anlamak için; tecvid kaidesi sekte ise yanlış anlamayı önlemek içindir. “Tecvidden anlama” aslında “ağızdan çıkanı kulağın duyması” yani “anlamı anlamak” demektir.

    Acaba Kur'an okurken ağzımızdan çıkanı kulağımız duyuyor mu?



    http://www.edebiyatevi.com/yazi-guncelle/26279_sekte%C2%B4den-anlama.html

___ Bağlantılar ___