DOÇENT
NEVŞEHİR ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
NEVŞEHİR ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
KAFKAS ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
" İbn Hüzeyme Sahihi ve İbn Hibbanın Sahihi ile Mukayesesi "
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (DR)
" Yahya bin Main’xxin hayatı ve hadis ilmindeki yeri "
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (YL) (TEZLİ)
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
NURİ TAPAN
Thesis Title: Habbâb B. Eret'in hayatı ve rivâyetlerinin değerlendirilmesi
Place: Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı
ABDULHAMİT KOCAOĞLU
Thesis Title: Mihne bağlamında Buhârî-Zühlî sürtüşmesi
Place: Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı
Mevlid, Arapçadan Türkçeleşmiş bir kelime olup “doğum günü” demektir. Süleyman Çelebi, Bursa’da, Allah Elçisi’nin hayatını -doğumundan ölümüne- anlatan şiirini yazdıktan sonra (yıl:1410) bu şiir Muhammed (s.a.s)in doğum günlerinde okunmuş; halk tarafından benimsenerek günümüze kadar, bir numara olarak, gelmiştir.
Araplar ay takvimi kullandıklarından, güneş takvimine göre 10 gün önce gelen “Mevlid Kandili” bütün seneyi dolaşır. Osmanlılar, gökteki aya dayalı olan ve Allah Elçisi’nin Mekke’den Medine’ye göçünü başlangıç (0) alan hicri takvim kullanmışlardır. Cumhuriyet Dönemi’nde, Güneşe dayalı olan ve İsa'nın (a.s.) doğumunu başlangıç (0) alan Miladi takvime geçilmiştir.
Mevlid, son zamanlara kadar hicri takvime göre kutlanmış; 1989 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı, Muhammed (s.a.s)in doğum gününü, Devletin resmî takvimine göre kutlama kararı almış; o haftayı da “Kutlu Doğum Haftası” ilan etmiştir. Bu yüzden Miladi 20 Nisan’a denk gelen haftada çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Ancak aslında resmî ideoloji ile örtüşen bu hareket, TSK tarafından, tam da “28 Şubat Süreci’nde, 23 Nisan’a yakın olduğu için yadırganmış; 27 Nisan 2007’de jandarma önlemleri alınmıştır.
Mevlid Kandili’nin dönerli geldiği 25 Şubat (2010) gününde, herkes gibi ben de, kandil mesajı attım. Bu mesajda galiba “farklı bir şeyler” yazdım:
Selam,
Doğum günümüzü önemsiyor; kutlanmasından hoşlanıyoruz.
Bu Perşembe, Hz. Muhammed´in doğum günü ve mevlid kandili olarak kutlanıyor.
Düşünüyorum da, kısaca,
"Mevlid, milâd olmalıdır." diyorum.
Elimizin altındaki bir kitaptan veya yeni edindiğimiz bir kitaptan;
O´nu anlayabilmek için, bir kere daha hayatını okumalıyız.
Buna karar vermiş ve başlamışsak, Mevlid Kandili kutlanmış olur.
Yoksa "dostlar alış-verişte görsün" cinsinden bir kutlama olur.
Nitekim nice mevlid kandilleri kutladık ve gördük.
Ancak onlardan bize ne kaldı?
Dediğini yapmayan hocalar için, “Ele verir talkını; kendi yutar salkımı” atasözümüzün kapsam alanına girmemek için, elimi duvardan duvara kitaplıma uzattım. Kayseri Müftülüğü -2007 -Kutlu Doğum Haftası Hediyesi” olan “Örnek Kul Son Resul” kitabını aldım. Bu kalıcı hediyeden dolayı Kayseri Müftülüğü’nü tebrik ediyorum. Kalın bir kitap değildi; Kutlu Doğum Haftası’na kadar, okuyacaktım. Okudum ve düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Kayseri İ.H.L. Mezunu Prof. Dr. İ. L. Çakan, hadis bilginidir. Bu hafta dolayısıyla yaptığı konuşmaları derlenmiş; bir kitap hale getirilmiştir. Kitabın içeriği şöyledir:
“Siyasetli, İnayetli Muhammed” Burada Allah Elçisi’nin, insanları ilgi bilgi ve yeteneklerine göre değerlendirmiş olduğunun farklı boyutta misalleri verilir. “Siyasetli Muhammed” tamlamasındaki siyaset kelimesini bazıları politika anlayabilir. Aslında bu tamlama Ahmed Yesevî (ö:1166) patentlidir. “İşi bilme ve işi ehline verme” anlamına gelmektedir. İsmail Lutfi Bey daha önce bu kitabına “Siyasetli Muhammed” adını vermiş ancak bazılarının içine sinmediği için değiştirmiştir. Bence değişmemeliydi.
Kitabın sonraki bölümlerinden “Diplomatik Misafirleri” kısmını görünce bu kanaatim daha da güçlendi. Bir hadis doktoru olarak, kitapları yoluyla hocam olan yazar burada “Uluslar Arası İlişkiler Öğretimi” ile meşgul olan fakültelerin, Rasul(a.s.)ın diplomatik yönünü araştırması gerektiğini vurgulamaktadır. Tam burada söylemek istediğim bir şey var: 2000 başlarında, bir ticarî fuar nedeniyle, tercüman sıfatıyla Bağdat’a gitmiştim. “Oduncunun gözü omucada” derler; benim gözüm de kitaplardaydı. Diplomatik açıdan Allah Elçisi’nin hayatını anlatan yeni baskı bir kitap buldum. Yazarı “Uluslar Arası İlişkiler Fakültesi’nden biriydi. Dönüşte kitabı okudum ve bu alanda boşluk olduğu için, tercüme ettim. Adını “Diplomatik Muhammed (s.a.s.)” koydum ancak tercüme -meramımızı anlatamadığımız için- bugüne kadar basılamadı. Kısmetinin açılması için dua ediyor, dualarınızı bekliyorum.
İsmail Lutfi Hocamıza ait “Örnek Kul Son Resul” adlı kitap,“Siyasetli, İnayetli Muhammed”(s.12), Allah Elçisi’nin “Şefkati (s.35), Hüznü (s.59), Sevinci (s.79), Özlemi (s.93), Zor Zamanları Aşma Yöntemi (s.101), Kültürel İlişkileri (s.113), “Diplomatik Misafirleri” (s.125), Hicretin İslami Yapılanmadaki Yeri (s.141), Medine Yönetiminin Tebliğ İşlevi (s.151 ), Veda Hutbesi ve Düşündürdükleri (s.161), Son İstekleri=Vasiyeti (s.171) ve bir sayfalık “Sonuç”tan (s.180)sonra kitabın kaynaklarıyla son buluyor.
Bir oturuşta olmasa bile, okuyacak kişiye göre, birkaç oturuşta okunabilecek bu kitap derin bilgi, sağlam kaynaklar ve yeni yorumlara dayanıyor. Ayrıca İsmail Lutfi Hoca’mın edebî bir üslubu var. Üslup deyip de geçmeyin. Rahmetli Necip Fazıl’ın “Çöle İnen Nûr” adlı kitabını, 30 sene önce okuduğumda bunu hissetmiştim. Her kitap/yazar O’nun ölümünü üzüntülü bir şekilde anlatırken NFK’nın edebî anlatımı hâlâ aklımdadır:
“Toprağın göğsü inip çıkıyor…” diyordu.
Mevlid’i bir “milâd” yapalım mı?
Danişmend Gazi Destanı, Battal Gazi’nin kızından torunu Melik Ahmed’in destanıdır. Niksar, Tokat ve çevresinde hâkimiyet kurmuştur. Melikgazi diye bilinen; “Kayseri Fatihi” Melik Mehmed Gazi O’nun soyundandır. Sultan Turasan ise Emir Ömer’in oğlu olup Melik Ahmed yani Danişmend Gazi ile birliktedir; Melik Ahmed’in dayısıdır. İkisi de Çeharbağ denilen bir yerde silah eğitimi yaparlar. Sultan Turasan Çeharbağ’da kalırken Melik Ahmed akşamları şehre döner ve ilim tahsil ederdi. Onun için Danişmend’dir.
Malatya halkı, Battal Gazi ve Abdulvehhab Gazi’nin ölümünden sonra toplanırlar. İleri gelenler içinde Eyyub vardır. Süleyman adlı bir yiğidi, Melik Ahmed ve Sultan Turasan’ı çağırması için gönderirler. Yolda karşılaşırlar ama kahramanlarımız Süleyman’ın niçin geldiğini kendisine söylerler. Çünkü Battal Gazi’nin torunları dedelerini rüyalarında görmüşler ve cihad için emir almışlardır.
Şehre döndüklerinde, 1067 yılının Receb ayının bir Cuma günüdür. Halk, karşılamak için, yola çıkmıştır. Sultan Turasan ve Melik Ahmed’in elini öperek bağlılık bildirirler. Melik Ahmed Cuma hutbesini okur; namaz kıldırır.
Malatya halkı, kâfirlerin bir araya gelerek Müslümanları öldürdüğünü; ikisinin birleşerek kâfirleri kırmalarını isterler. Melik Ahmed, Halife’nin izni gerektiğini söyler. Eyyüb ve Süleyman’ı yanlarına alarak Bağdat’a giderler. Eyyüb ve Süleyman, bu iki gencin Diyar-ı Rum’a fethe çıkması için izin isterler. Halife, Şam coğrafyasına işaret eder ancak veziri Halife’yi Rum illerine ikna eder. Ferman, at, hilat, asker ve mal alarak Malatya’ya döner ve asker toplarlar.
Sivas yönüne hareket eden orduda Sultan Turasan komutanlardan biridir. Ancak Melik Ahmed Gazi yolda, ordunun ikiye ayrılmasını teklif eder. Bizans kralı iki ayrı orduya karşı koyamayacaktır. Kendisi Niksar, Tokat, Amasya, Samsun ve Sinop tarafını hedef seçer. Sultan Turasan ise Kostantiniyye tarafını işaret eder. Malatya’nın ileri gelenlerinden Eyyub, veziridir.
Kayseri’den İstanbul’a… Aradan yıllar geçer. Rumlar, bu iki kahramana “cazu” derler. Onlara göre ise “Koyun sürüsü ne kadar çok olursa olsun / On’a bir kasap yeter.” Sultan Turasan –Rumların diliyle- Bizans İmparatoruna çok cefalar eder.
Kayseri/İncesu ilçesinin Tekke Dağı’nda, dağın adını aldığı “Şeyh Turasan Zaviyesi” vardır. Aslında Ürgüb’e bağlı Başdere Köyü eskiden “Sultanım Başköy” olarak bilinirdi. Bu sultan, o sultan olmalıdır; çünkü Danişmend Gazi Destanı’nda O’nun adı “Sultan Turasan’dır. Alaaddin Keykubat’ın hatunlarından, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in anası yani “Valide Sultan” Hunat Hatun eliyle yaptırılan tekke/zaviye binası hâlâ yaşamaktadır.
Sultan Turasanla Şeyh Turasan Vakfiyesi arasında zaman farkı vardır. Bu yüzden birileri “tarihçiler, iki ismi karıştırıyor” diyebilir. Bir asır gibi bir zaman, dede-torun ilişkisi neden kurulmasın? Biz bu ilginin doğrudan olduğunu düşünüyoruz.
Sultanım Başköy’ün adı değiştiği gibi Turasan adı da Ürgüp’te bir şarap fabrikasına konmuştur. Hasan Turasan, şarap fabrikasını 1943 yılında Ürgüb’de kurmuş; adını da “Turasan” koymuş. Babası ona Hasan adını koyarken niçin koymuştu acaba?
Nereden nereye geldiğimizi anlatmak için bu iki gelişme ipucu vermektedir. Artık “kâfirlerin Müslümanları öldürmesine ve Battal Gazi torunlarının da kâfirleri kırmasına” gerek yok. Sosyolojik gerçek yerine “cuk!” diye oturmuştur. “Bir toplum kendini değiştirmeden Allah onlar hakkındaki hükmünü değiştirmez.”
Kur’an ve tefsirde, ne zaman İsra suresi okunsa, “kurbanın hacca denk gelmesi” gibi, Miraç gündeme gelmektedir. Daha sonra da isra dokunulup geçilen bir hadise, Miraç ise tartışmaların odağında yer almaktadır. Klasik eserlere baktığımızda da önce isra hadisesi kısaca ele alınmakta arkasından Miraç tartışmaları başlamaktadır.
- Oldu mu, olmadı mı?
- Ruhla mı oldu, bedenle mi oldu?
- Hem ruh hem bedenle mi oldu?
- Nasıl oldu?
- Neler oldu?
Bu sorular, yoğun bir dini hava içerisinde, konuşulmaya devam etmektedir. BöylesiNE bir karmaşa yaşanan Miraç hadisesi – İsra değil- itikat yani iman konusu değildir.
Her Miraç Kandili geldiğinde bir rüzgâr esmekle Isra’ya dokunup geçen dindarlar, Miraç rivayetlerinin içine gömülmektedir. Öyle ki “adı konmuş bir gün ya da gece” varlığını hissettirmektedir Fakı vaizler, sofu şıhlar için hazır gündem oluşmakta, herkes ezberini bir daha tekrarlamaktadır. Ancak anma- kutlama anlatma ve benzeri eylemleri gerçekleşirken ümmetin ya da âlimlerin ayrıştıkları görülmektedir. Oysa ailenin aynı din, aynı Peygamber üzerinde konuşmalar cereyan etmektedir. Söylemin farklılığı, tarafların ayrıştıklarını göstermektedir.
Kur’an-ı Kerim esas alındığında Isra’nın varlığı bir gerçektir amacı ise bunalan Allah elçisinin moralini düzeltmek ve kimin peygamberi olduğunu ona göstermektir. Hemen Isra’ya eklemlenen miraca gelince, burada metodoloji olarak ayrıca ele alınmalıdır. Yani balığı yerken önce kılçığını ayıklamak gibi bir yöntemle, Miraç Isra’dan ayrı düşünülmelidir.
- İlk kaynaklarda ne kadar var veya sonraysa ne zaman başlıyor?
- Hadis rivayet coğrafyasına göre, nerelerde geçiyor ? Mesela Yemen bu işin içinde var mı?
Aslında bu konudaki münakaşa, herkesin hadisleri savunma psikolojisinden kaynaklanıyor. Birileri peygambere iftira edilmemesi, diğerleri malzemenin yok sayılmaması için mücadele ediyor.
“Olmasa, ne olur, ne kaybederiz” sorusunun da sorulması lazımdır. işin doğrusu, bu rivayetler yerine isra suresinin 23-40 ayetlerinin konulması, hem de Kur'an garantisiyle, uygun olur.
İnsanoğlunun hikâyeye düşkünlüğü, ayrıntıya olan ilgisi ve olağanüstünün cazibesi bu hikâyelerin tutulmasını sağlamaktadır.
Dinler tarihçilerinin dediği gibi, eğer bu Zerdüşt’ün miracı ise, Hazreti Muhammed'e uyarlanması mantıklı gözükmektedir. Ancak bütün dinlerde bütün peygamberlerin söylediklerinin “ortak paydası” olarak da karşımıza çıkabilmektedir. Yani “Suhufu İbrahim ve Musa” gibi.
Göğsün yarılması hikâyesini, en az 1000 yıl öncesinde, Zerdüşt’te görmekteyiz. Bu yüzden Hz. Muhammed'e uyarlanmış olması, çok doğal gözükmektedir.
Ortada Roma’yla didişen İran gibi köklü bir medeniyet, büyük bir devlet var. Hz. Ömer zamanında dengeler değişiyor ve “baldırı çıplak Araplar” “tacı- tahtı olan İranlıları” Kadisiye’de yeniyor. Bu durum, bir açıdan ırk savaşı gibi gözükse de aslında Emevi öncesi hareketler din amaçlıdır. İran’ın milli dinini de alt eden Müslümanlık, o coğrafyaya giriyor. Ancak bu coğrafyanın genlerinde bulunan Zerdüşt dininin bir takım unsurlarının da İslam’a -yorum ya da “hadis adına”- girmiş olması, normaldir. Bunu, inançların hemen terk edilemeyeceği ya da benzerliklerin birbirlerinin yerine geçeceği şeklinde anlamak mümkündür.
Hadislerin tedvin edildiği dönemde Şia ve Sünni ayrışması büyük ölçüde tamamlanmış gözükmektedir. Bu iki mezhepten hangisine daha çok Zerdüşt’ün sindiğini düşünmek gerekir. Bu anlamda Şia’yı “Zerdüştlüğün yeni versiyonu” olarak ele almak yanlış olmaz. Ancak Sünni tarafın da bundan az çok etkilendiğini hesaba katmak gerekir.
“Bir delinin kuyuya bir taş atıp da 40 akıllının onu çıkaramayışı gibi”, İslam’a girdiği düşünülen bu tip rivayetler, yüzyıllar boyunca, milyonlarca insanın, astronomik rakamlara ulaşan mesaisini boşa çıkarmaktadır. Sonuçta “bitmeyen hikâye” söylenmeye devam etmektedir. Onu, bir çırpı da yok saymak mümkün değildir. Çünkü geleneklerin kalkması için, en azından oluştuğu süre kadar, zaman gerekir.
Öylesine palazlanmış ve kaşarlanmış bir konuda, muhatapların “takım tutarak” kamplara ayrılmaları, karşı tarafı dinlememek için bir ortam hazırlamaktadır. Oysa “niyetin, üzüm yemek olması” gerekir, bağcıyı dövmek değil. “Benim babam Senin babanı döver”, “Benim düşüncem seninkinden doğrudur” gibi çocukça düşüncelerden sıyırarak, doğruyu bulma adına, iki taraf da gayret göstermelidir. Aksi halde “sağırların diyaloğu” sürecektir.
Bu yüzden kısaca önerimiz isra suresini okuyarak ilk ayetler de gece yolculuğu ve hikmetini kavramak, 20-40 ayetlerde müminin yücelmesi ve yükselmesi için konulan emir ve yasakları önce okumak, sonra da özümsemiş olmaktır. Yoksa bu güne kadar ne miraçlar yaşadık ve Allah'a ömür verirse, ne miraçlar yaşayacağız.
Müslümanlıkta ibadetlerin zaman ayarı, gökteki ayın hareketlerine göredir. Bildiğimiz takvime göre, ibadet günleri her yıl -yuvarlak hesap- 10 gün önce gelir. Böylece ilgili ibadet ne ise, bütün seneyi ve mevsimleri dolaşır. 33 senede bir aynı zamana denk gelir. Bu da Müslüman’ın hayatında -ortalama- iki kere görülür.
Oruçla özdeş olan Ramazan ayı da giderek sıcak günlere doğru gelmektedir. Kısa ve serin güz günlerinden çıkmakta; uzun ve sıcak yaz günlerine doğru ilerlemektedir. O günlerde oruç tutan Müslüman gençleri daha çetin günler beklemektedir. Çünkü “anam-babam usulü” Müslümanlığın yaşandığı ülkemizde “inanç, geleneğe dönüşmüş” olduğundan sürekli fire vermektedir. Çünkü gelenekler yavaş yavaş oluştuğu gibi usul usul değişiklik gösterir. Böylece, muhafazakâr bilinen orta Anadolu’nun göbeği Kayseri’de oruç hayata yansısa da oruç tutmayanlar saygısızca hareket edebilmektedir.
Kuran’da, “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç tutmak farz kılındı” buyurulmaktadır.(Bakara, 2/183) Buna inanmak Müslüman olmayı, inanmamak gâvur olmayı gerektirir. İnanıp da mazeretli olarak tutmamak, Müslüman’a tanınmış bir haktır. Geriye inandığını söylediği halde yapmamak kalmaktadır. İtikadi olarak “Amel, imandan bir cüz değildir” yani inanır da gereğini yapamazsa, bu kişi kâfir sayılmaz” görüşü bizi imana pamuk ipliği ile bağlamaktadır. Pamuk ipliğine sarılmış nice milyonlar vardır. Ben de o ipe asılanlardanım.
Kuran’ın son gelen surelerinden biri Tevbe Suresi’dir. İslam’ın son yıllarında Müslümanlar, Doğu Roma yani Bizans’la, şimdiki Ürdün topraklarında karşı karşıya gelme durumunda kalır. Yine yaz aylarıdır ama Anadolu’nun değil Arabistan yarımadasının ya da Hicaz topraklarının yazı. Dünyanın iki büyük devletinden birinin ordusunun karşısına çıkılacaktır. “Sefer” emri verilir ancak hava sıcak, gölgeler serin, hurmalar olmuş, gündüzler uzun, sefer şartları çetindir. Allah’a ve Elçisine gönülden inananlar sefere çıkarlar. Bazıları –ki tuzu kuru takımındandırlar- gelip, birtakım gerekçelerle, sefere çıkmamanın çaresine bakarlar. Bazıları da “Bu sıcakta savaş için yola çıkılır mı?!” diyerek ortalığa fitne atarlar. Bu ortamda ilgili ayet iner: “Allah’ın Elçisine muhalefet ederek sefere çıkmayanlar oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar ve “Bu sıcakta sefere çıkmayın!” dediler. Onlara de ki “Cehennem ateşi daha sıcak olacak!” Keşke bunu bilseydiler.”(Tevbe, 9 /81)
Allah’ın emri ve Rasulünün sünneti yani uyguladığı bir tatbikat olan Ramazan orucu, o ayda tutulmalıdır. Buna muhalefet eden Müslüman kişi, inancını sorgulamalıdır. Kimlerle birlikte hareket ettiğine bakmalıdır. İlgili bağlamda gelen ayetler, erkekleri doğrudan ilgilendiren savaş yolculuğundan geri kalan ve kadınlarla birlikte oturan; yaptıklarından da memnun kalan bu insanların cenaze namazı kılınmamasını emretmektedir. Kimin cenaze namazı kılınmaz? “Müslüman’ım” diyen insanlar inançlarını ve buna paralel olarak ne yaptıklarını sorgulamalıdırlar. Allah yolunda malla ve canla cihad etmek emredilirken bundan hoşlanmayanlar durumlarını hacıya/hocaya değil; bu ayete sormalıdırlar. Üstelik, “Bu sıcakta; sabahtan akşama aç/susuz kalınır mı?!” diyenler kendilerini o adamların yerine koymalıdırlar. Onlara vereceğiniz cevap Allah’ın sözü olsun: “Cehennem ateşi daha sıcaktır, keşke bilselerdi.”
Hadislerde bu sıcaklığın 70 kat olduğu belirtilir. Biz kimseyi Cehenem’le korkutmuyoruz; çünkü biz ondan emin değiliz. Ancak Müslüman’ım diyen kimseye Allah ve Elçisinin buyurduğunu iletiyoruz. “Keşke bilseydiler” sözündeki bilmenin farkına varılmasını istiyoruz. Cehennemin yakacağını bilmeyen yoktur ama bunun farkında olmayan çoktur. Nitekim 35 Yaş şairi öyle diyor: “Gökyüzünün başka rengi de varmış! / Geç fark ettim taşın sert olduğunu / Su insanı boğar, ateş yakarmış! / Her doğan günün bir dert olduğunu / İnsan bu yaşa gelince anlarmış.” Cehennemin daha sıcak olduğunu anlamak, sonuçta buyruğun gereğini yapmakla olur. Lafla değil.
Bu ayette savaş buyruğu erkekleri ilgilendirmekte; ipe un serip savaşa gitmeyenler “kadınlarla beraber oturmak” ile nitelenmektedir. Bu sıfat, erkekliğin karizmasını çizmektedir. Konunun kadınlar boyutu ise örtünmeyle ilgilidir. Allah’ın buyruğu örtünme emrini geleneğin gölgesinde sulandıran, Türkiye’ye has laikliğin arkasında duran ve üstelik “Bu sıcakta örtünülür mü?!” diye etrafa akıl savuranlar eğer kendilerini Müslüman sanıyorlarsa, Müslümanlıklarını bu ayetin ölçüsüne vursunlar.
Nüfus cüzdanında Müslüman yazmakla Müslüman olunmaz. Biz Müslüman’a gâvur demek istemiyoruz ama gâvurlarla yüzyıllar boyunca “Birlikte Yaşama Sanatı’nı gerçekleştirdik. Bu topraklarda gâvurlarla, asırlarca, inançlara saygı duyarak yaşadık; yaşattık. Bizden önceki kuşaklardan kimi bunu duydular ve daha öncekiler gördüler, yaşadılar. Müslüman’ın orucuna saygılı olmak için, “Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş Ermeni” mi olmak gerekliydi? Bırak yetişkini, bebesini bile “elinde ekmekle sokağa salmayan” Ermeni’nin/Rum’un davranışı bize şimdi “efsane” gibi gelmektedir. “Ağzında sigara, elinde şişe” ortalıkta gezenlere yaptıkları yakışıyor da “O kadar şey isen ayakta işe!” demek bize yakışmıyor.
Anadan Müslüman olmaya hazır doğarız ama ana-babamız ne ise onlar gibi oluruz. Ama öyle kalırız ya da kalmayız. Sabahtan akşama gavur, akşamdan sabaha Müslüman olabiliriz. İnanç kişinin beyninde gerçekleşen ve eyleme dönüşen bir olaydır. Mal gibi, babadan miras kalan bir şey değildir. Müslüman’ım diyorsak, inandığımızı sandığımız Kuran’ın yukarıdaki ayetinin öncesini ve sonrasını okuyup kendimizi Allah’ın ve Rasulünün ölçüsüne vuralım. Göstergenin ne dediği önemlidir.
Benim ve sizin ne dediğinizin hiç önemi yok.
Yeniçeri zabit/ subaylarına da Ağa denir. Yeniçeri ağası “Akbıyıkoğlu Hasan Ağa Olayı” Kayseri tarihinde önemli bir hadisedir. Ağa yönetimden yüz bulup eşkıyalığa soyunmuş; konak basıp kim varsa öldürmüştür. Ağaların ve âlimlerin öldürülüp konakların yakıldığı, kadın, çoluk-çocukların perişan olduğu bu hadisenin sebepleri arasında itibar savaşı da vardır.
Molla Zahid Efendi, 1714 yılında Kayseri müftüsü olan Divrikli Fazıl Osman Efendi’nin torunudur. Lala Paşa Camii’nde hatiplik, Köşk Medresesi’nde müderrislik yapmıştır. Eşkıya Hasan Ağa, 1820 Ramazan’ında Lala Paşa Mahallesi’ndeki konağına saldırır; pek çok kimseyi öldürür.
Kayseri’nin ileri gelenlerinden bazıları arasında Müftü Hacı Halil Efendi ve Feyzi Efendizade Fethullah Efendi, bu eşkıyanın şerrinden korkarak, Gesi’ye çekilirler.
Akçakayalızade Salih Ağa Kayseri’nin asayişiyle görevlidir ve emrinde en az 500 asker mevcuttur. Fethullah Efendi de kayın biraderi olur. Fethullah Efendi, Kayseri’nin tanınmış ailelerindendir, âlimdir, zamanında fevkalade itibara sahiptir.
O günün siyasi iradesi elinde olan Salih Ağa, bu kişiye sahip çıkmamıştır. Feyzi Efendizade Fethullah Efendi’nin zenginleyip işlerini yürütmesi Hasan Ağa Olayı’nın sebepleri arasında gösterilir.
Müftü Halil Efendi, Feyzi Efendizade Fethullah Efendi’nin zenginleşip işlerini yürütmesine rağmen, Fethullah Efendi tarafını tutmaktadır.
Gesi’ye çekilme hareketi vatandaş tarafından uygun görülmez; kendilerine garanti verilerek Kayseri’ye getirilirler. Hasan Ağa’nın adamları çok geçmeden Fethullah Efendi’nin konağını kuşatırlar. Çatışma sürerken Fethullah Efendi bir nedimeyi, yardım talebiyle, asayişle görevli eniştesi Salih Ağa’ya gönderir ancak o -bırak yardımı- elçi kadını da geri göndermez. Eşkıya konağı basar; yakar, yıkarlar. Konakta Ağa’lardan -şimdi evi Etnografya Müzesi olan- Gübgübzade Hacı Bekir Ağa da vardır. Onu ve pek çok kişiyi öldürürler. Fethullah Efendi ve Müftü bir yolunu bulur, kaçarlar.
Müftü, şimdiki Seyfullah Türbesi yanındaki Seyfullah Efendi Camii’ne saklanır fakat o civarda bulunan Kürtler, müftüyü cami içinde şehid ederler.
Fethullah Efendi evinden kaçarken kapıda iki eşkıyayı öldürür. Akçakaya’ya, Salih Ağa’nın konağına varır. O ise, “Atın yorulmuş; sana bir at verelim!” diyerek dalga geçer. Çaresiz Fethullah Efendi, daha önce beslediği Hisarcıklı Ali’nin evine gider. Ancak dost bilinen Ali, Efendi’sini eşkıyaya ihbar eder. Eşkıya Hasan Ağa, 1819 Temmuz’unda Fethullah Efendi’yi bulup şehid eder.
Aslında “itibar sahibi olmak” taraflar arasında, bilinçaltında da olsa, bir rekabetin varlığını göstermektedir. Küçük Hafız Efendi (ö:1889)ye İstanbul’daki imtihanda sorulan sorunun cevabı, ilim adamları ile sermaye sahiplerinin konumunu anlatması bakımından, ilginçtir. Sözlü imtihanda, “İhlas”, “Tebbet’in altında mı, üstünde mi? diye sorulur. Aslında “İhlas, Tebbet’ten önce mi sonra mı?” diye sorulması gerekirdi. Soruda vurgulanmak istenen bir husus vardır. Küçük Hafız Efendi Arapça olarak söylediği bir şiirle cevap verir.
Türkçesi şöyledir:
Cahiller soyları ve mallarıyla öne geçip saygı görmektedirler
Âlimler bilgileri ve terbiyelerine rağmen altta oturmaktadırlar.
Yüce Allah’ın manzumesi olan “Gul Huvallahu Ehad”in
“Tebbet Yeda Ebi Leheb” Suresi’nin altında olduğu gibi.
Bu Arapça şiirin Osmanlıca söylenişine, son devir Osmanlı âlimlerine yetişen muhterem Mustafa Çuhadar’ın derlediği şiir demetinde rastlıyoruz:
“Tasaddur etmeyi sanma ki bir âli nesebtendir
Oturmak pây-i mecliste, hayâ ile edeptendir
Tasaddur eyledi Tebbet çıkıp mâfevki İhlas’a
Biri medh-i İlâhîdir, biri zemm-i Leheb’tendir.”
Tarih’i “tekerrür” yani olayların başka bir zamanda tekrar yaşanması olarak tarif ederler. Zamanımızda da çekememezlik yaşanmakta, “sen ne isen öyle kal” denmeye getirilmektedir. İlimle saygınlık kazanan biri siyasi/ idari veya ticari saygınlık istediği zaman -eskisi gibi değilse de- medeni bir şekilde linç edilmeye kalkılmaktadır. Çünkü onlara göre, gönül zengini olmak birilerinin hakkıysa, mal zengini olmak kendilerinin hakkı olmaktadır. Bir kişinin ikisini birden elde etmesine bir şekilde izin verilmemektedir. Bu gizli savaşta başarı sağlanınca, kazanan taraf sevinçten dört köşe olmaktadır.
Böyle zamanlarda “öldükten sonra dirilmeye iman” daha bir önem kazanmaktadır.
Selçuklular döneminde Anadolu’da resmi dil Farsça, bilim ve din dili ise Arapça’dır. Bu gelenek Osmanlılarda da sürmüştür. Ancak Türkçe’nin Anadolu’da resmi dil olarak ilan edilişi (13 Mayıs) , Karamanoğlu Mehmed Bey’in Konya’da vezir olduğu 1277 senesidir.*
Kayseri, Osmanlı Devleti öncesinde Karamanoğulları Beyliğine bağlıdır. Osmanlı’ya Fatih devrinde, geçmiştir. Fatih devri, Türkçe’nin kullanılması konusunda dev adımların atıldığı bir dönem olmasına rağmen, Kayseri’de görebildiğimiz ilk Türkçe kitabe olan Kurşunlu Camii kitabesi II. Selim devrine aittir.
Hz. Muhammedin’ (s.a.s) sözlerine hadis denir. Kayseri’de mimari eserlerde geçen hadisleri incelerken, 1753 tarihli bir çeşmede, yaşayan ilk Türkçe kitabe hadise rastladık. Bu çeşme, Çifteönü Camii’nin yanında, Mustafa Özgür İlköğretim Okulu'nun arkasında olup, şu anda kullanılmamaktadır.
İlk yapılışı 1753 yılıdır. 1878 tarihinde Hacı Seyyid Mehmed Ağa tamir ettirmiştir. Beş beyitten oluşan kitabenin ikinci beytinin ilk mısraında “Hayr-ı a’zam, su akıtmaktır buyurdu ol Rasûl” denilmektedir.
Hz. Muhammed(s.a.s.)e, kamu yararına hayır yapmak amacıyla, “Hangi hayır daha üstündür?” diye sorulunca “Su akıtmak.” cevabını vermiştir. Rasûlün, “en büyük hayrın su akıtmak olduğu”nu buyurduğu ifadesi ise, hadis formunda söylenmiştir. Bu kitabe, Türkçe ifadeyle rastladığımız ilk kitabe hadistir.[1]
Bu hadisi hatırlatan bir çeşme kitabesi de Hunat Medresesi'nin giriş kapısının sağ duvarında, devşirme malzeme olarak bulunmaktadır. Kitabede "Bak, su hayrı efdalü'l hayr olduğundan" denilmekte, hadise telmih (gönderme) yapılmaktadır.
“En hayırlı amel hangisidir?” sorusu, soran kişinin durumuna, sorulan zamana ve mekâna göre değişik cevaplar alınan bir sorudur. Arabistan Yarımadasının Hicaz bölgesinde, 7. yüzyılda sorulan bu soru ve alınan cevap bugün önemli gözükmeyebilir. Bugünün anlatımıyla, “suyun petrol kadar değerli olduğu” düşünülürse, kullanım alanı da hesaba katılınca, önemi ortaya çıkar.
Afrika’nın her şeyini sömüren Avrupalı (özellikle Fransa çünkü 40 ülkenin resmi dili Fransızcadır. 14 ülkeden hâlâ sömürge vergisi almaktadır.) Afrikalıya suyunu çıkaracak teknolojiyi bile vermemiştir. Ülkemin insanı onlara (sadakay-ı câriye olarak) kuyular açmakta; açılışlar kutlama yapacak kadar sevinç kaynağı olmaktadır.
Arapça aslı "Sakyu' mai" olan cevap, tek cümleyle Türkçe'ye aktarılamayacak bir cevaptır. Suyu çıkarmak, hizmete hazır hale getirmek ve sulamak kavramlarının hepsini içine alır. Ayrıca, suyun sondajla çıkarıldığı günümüz teknolojisinde suyun bulunması, şebekeye bağlanması veya hazır suya birkaç taşla çeşme yaptırılması gibi kolaylıklar, yapılan işi günümüz insanının basit olarak algılamasına neden olabilir. Tarihi olayları kendi şartları içinde ele almak; değerlendirmek gerekir.
“En hayırlı amel, su akıtmaktır” hadisi bütün çeşmelerin alnında yazmasa da, özellikle o günkü şartlarda çeşme yaptıranların, bu enerjiyi nereden aldıklarını gösteren bir sözdür.[2]
Çifteönü Çeşmesi tamir kitabesi, Osmanlıca yani Türkçe yazılmış olmasının ötesinde, kitabelerde, özellikle ayet/ hadislerin Arapça yazılması geleneğinin aşılmasındaki sürecin ilk safhasını gösterir. Bugünkü anlayış ve uygulamada hâlâ oraya gelinememiştir. Türkçe’nin Resmi Dil olarak kabul edilişinin 740. yılı münasebetiyle bunu hemşerilerimize hatırlatmayı görev biliyoruz.
* Mustafa IŞIK, 38 KAYSERİ YAZILARI, KAYSERİ, 2007; S. 15-17.
[1] Ahmed b. Hanbel, V/ 285; İbnu Mace, Edeb, 8; Ebu Davud, Sünen, II/129; Nesâî, Vesaya, 9; İbnu Huzeyme, Sahih, IV/123; İbnu Hibban, Sahih, 8/135; Aclûnî, I/157
[2] Ayrıntı için bkz. Işık, Mustafa, Kaseri’de Mimari Eserlerde Geçen Ayet ve Hadisler, s. 112–114
Kuran’a göre, Adem’le Havva Cennet’te, şeytanın kandırması neticesinde “yasak meyve”yi tadarlar; birden çıplaklıklarının farkına varırlar. Birbirlerinin “avret mahalli”ni görürler. Bu durum karşısında, Cennet/ bahçe yapraklarından üzerlerine örtmeye başlarlar. O günden beri, elçilerin önderliğinde, insanlar için “örtünme medeniyeti” meydana getirilmiştir. Hayvanlar ise hâlâ, ilk günkü gibidir.
Son elçi Muhammed (s.a.s.) “Ben ahlakî güzellikleri tamamlamak için gönderildim” buyurarak bu “medeniyetin doruklarını” insanlara göstermiştir. O’nun sözleri hakkında, haberin geliş yolu nedeniyle ileri-geri bir şeyler söylense de Kur’an ayetleri ortadadır. Kur’an ayetleri hakkında ileri-geri konuşmak “mümin ve kâfir” olmakla ilgilidir. Kitabımızın ilk ayetleri “O’nda şüphe olmadığını” dile getirir. O karakutu’nun içindekilere inanmayacak kimse, o sayfaları açmamalıdır. Çünkü o müminler için “kılavuz kitap”tır.
Müminler için nikâh helal, zina haram kılınmıştır. Mümin erkek ve kadınlara, ayrı ayrı gözlerini harama dikmemeleri; apış aralarını korumaları emredilmiştir. Zahmet olmazsa, açıp okuyalım; 'her gelenin' dediğine kulak asmaktansa, Kitab’ımızın dediğine kulak verelim. Çünkü her gelenden bazılarının niyeti “hergelelik” olabilir. Tarikatçılar gibi.
Kur’an ve hadisin ışığında bir sonuca varan İslam âlimleri “avret mahalli” kavramını -erkek erkeğe ve kadın kadına- “göbekle dizkapağı arası” olarak belirlemişlerdir. Yağlı güreşteki “kisbet” ve hamamlarda kullanılan “peştamal” bunun geleneksel göstergeleridir.
Ne var ki ülkemizde bazı cemaatler (adlarının sonları -cı -ci, -cu diye bitiyor.), “takva” adına, kadınları “kendi aralarında bile/ kadın kadına” beze bürümek istemektedir. Erkek sineğin bile olmadığı bir kız yurdunda, gece tuvalete çıkan kız öğrenciyle "nöbetçi bayan öğretmen" arasında şöyle bir konuşma geçer:
- “Niye başın açık?!”
– Neden ki hocam, erkek yok?!
– Melekler rahatsız olur!
- ?!?!..
Aslında bu bayan “meleklerin cinsiyeti olmadığını” bilmektedir ancak “programlandığı gibi”, “grup/cemaat adına” hareket etmektedir. "Akıl tutulması" yaşadığının farkında değildir.
Mümin olan herkes arasında “avret mahalli” vardır ancak nikâhlı eşler arasında avret mahalli yoktur. Biz göre kadın dışarıda bez bebek, evinde naylon bebek gibidir.
Dışarıda örtülü olan bayanı evinde açık gören komşu kadın sorar:
— Kız niye dışarıda örtülüsün de içerde açıksın?!
– Bura benim evim ve yabancı yok.
—Kız ben yatağa bile yazma/ yapıkla girerim.
– Niye?!
– Melekler rahatsız olması diye.
- Melekler erkek miymiş?
- Bilmem.?!.
Allah, her şey gibi insanı da çift yaratmıştır. Cinsellik, psikololojide bir güdüdür. Hem de "temel içgüdü". Yüce Allah zinayı haram ederken nikâhı helal kılmıştır. Kuran’a göre, eşler arasında mahremiyet yoktur; birbirine yorgan gibidirler. Siz “takva adına” nikahlı kadını evde/ yatak odasında bezlere bürürseniz, Adem’le Havva’nın ilk günkü manzarasının günlük hayatın bir parçası olduğu günümüzde, mümin erkeklerin ve kadınların “gözlerini harama dikmemelerini” nasıl beklersiniz?
Cezayir’de (1988), çeşitli milletlerden öğrencilerin bulunduğu yabancı dil okulunda, kadın-erkek ilişkilerini tartışıyorduk. Türk arkadaşlarımızdan biri İtalyan kıza: “Siz erkekleri tahrik ediyorsunuz? “deyince, “O sizin probleminiz!” cevabını vermişti.
Yoksa siz de mi öyle diyeceksiniz?
Geçen Mart ayı içinde gerçekleşen sanat müziği konserine gidip de tasavvuf musiki konserine gelmeyen " hani varya..." diye yineleyen ilçe müftüsü, kürsüde “mümin erkeklere söyle, mümin kadınlara söyle” ayetlerini anlatırken bunları da söylemelidir. Üniversite mezunu tarikat önderi, sünnet diye, iki evlenirken “kadın anaların” (tarikatların kadınlar kolu) kadınlara, başlarında yazma/ yapıkla; “bez bebek gibi” yatağa girmelerini değil; girmemelerini söyletmelidir. Dışarıda -ve dahi teknoloji sayesinde içerde- bu milletin çocukları "muz gibi soyulmuşken", sayenizde gözü ve gönlü aç kalan müminlerin “gözlerini harama dikmemeleri” nasıl beklenir? Cinsellik güdüsü de Allah’ın koyduğu bir kanundur.
Adana’lı biri kışın Kayseri’ye gelir. Bir yerden geçerken köyün köpekleri saldırır. Yere eğilip taşlara sarılır. Buz tutan taşlar eline gelmemektedir. “Allah Allah!” der.
“Bu nasıl köy?! Köpekleri salıp taşları bağlamışlar!?!?
İslam, köpeklerin salınıp taşların bağlandığı bir din değildir.
“Oku diye başlayan bir Kitab’a inananlarız” diye söze başlarız ama baştan bir yanlış yaparız. Çünkü cümle bitmemiştir. Sorulursa “Seni yaratan Rabbinin adıyla” diye ekleriz. Oysa cümleyi baştan doğru kurmak gerekmektedir. Yani “Besmele’yle oku” demektir.[1]
Çoğu zaman okuduğumuz “Besmele”nin anlamını da bilmeyiz. Alıştığımız için “Bismillah” deriz. Kur’an’ı okumak işin bir tarafı. Öteki tarafı anlamak. Okuduğumuzu anlamadan yüzyıllardır Kur’an okumaya devam ediyoruz. Sanki aramızda gizli bir anlaşma var: Kur’an’ı anlamamak için. Oysa oku diye başlayan bu Kitap Araplara Arapça olarak inmiştir. Anlasınlar diye… Nitekim bunun mantıksız olacağı Kur’an diliyle: “E-ağcemiyyun ve Arabî”[2] diyerek vurgulanmıştır. Hafızlar, Kuran’ı tecvidle okuyanlar burayı iyi bilirler çünkü tecvid, bir cümleyi en güzel şekilde söylemenin adıdır. Anlamını özellikle yazmıyoruz, merak eden evinde bulunması gereken tercümeden alıp okusun. Merak etmiyorsa zaten okumasına gerek yok.
Kur’an’ın “anlaşılsın, düşünülsün” diye gönderildiği hakkında o kadar çok ayet var ki… Mesela adınız Yusuf ise Yusuf Suresi’nin başına bakın. Sadece bu konudaki ayetlerin yazılması bir makale oluşturur.
Biz Müslümanların Kur’an okuma sorunu yok; anlama sorunu var. Kur’an’ın Arapça olması buna biraz engel ama tek engel değil. Büyüklerimiz, “Anlamak isteyene sivrisinek saz, anlamak istemeyene davul-zurna az.” demişler. Okumak istediniz de tercüme/meal mi bulamadınız?!. Arayınca neler neler buluyoruz. Allah akıl-fikir vermiş ya. Kullanınca…
Kur’an’ı ezbere bilene “hafız” denir. Geçen yıl ‘Kayseri Hafızlar Derneği’ bir yarışma düzenlemişti: “Meal Yarışması” Hafızlar Birliğinden meal yarışması yani Kur’an’ı anlama yarışması… Bunu duyunca çok sevinmiştim. Bu yazının aslını da geçen sene yazmıştım ama yayınlamak nasip olmamıştı. Ancak yetenekli öğrencilerimi yönlendirdim:
”Aman bu yarışmaya katılın.” dedim. Ya ben?! Ben de katılacağım. Bu yarışa katılmalıyız; ‘Kur’an’ın neresinde olduğumuzu anlamak için.’
Dünyayı bilmem ama Türkiye’de en çok okunan ve satılan kitap Kur’an’dır. Buna rağmen, Kur’an’a inananlar takımında beklenen gelişme olmuyorsa, bir yerlerde yanlışlık var demektir. Bu bakımdan Hafızlar Derneği’nin tesbiti, tesbitin ötesinde teşhistir. Bu kelimeyi özellikle kullanıyorum. Kur’an’ın “şifa” olduğunu duymuşsanız, teşhisle ilgisini kurarsınız. Kendilerini tebrik ediyorum. Okuduğumuzu, dinlediğimizi anlamıyoruz; ağzımızdan çıkanı kulağımız duymuyor.
Bir başka yanlış da Kur’an’ın ölülere okunması. Rahmetli Akif’in: (ö:1936)
“İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”[3]
şiirini okumayan imam-hatip, duymayan cemaat yoktur. Ben ise yıllarca “Yasin Yasin’e Karşı” isimli makalemi bir türlü yazamadım. Çünkü sorun Yasin’i okumamakta değil, anlamamaktaydı. Ben de yıllarca Yasin’i okumuş; Yasin’in “Yaşayan dirileri uyarmak için” [4] gönderildiğini kırkından sonra öğrenebilmiştim
PİŞMİŞ AŞA SOĞUK SU KATMAK
Geçenlerde tv kanallarını gezerken, bir bayanın erkek bir profesörü konuk ettiği bir programa takıldım. Konuşulan kadın hakları, alan ise ‘Müslüman olmamız nedeniyle’ İslam’dı. Ancak konuk ‘kayıtsız-şartsız’ olmadığı için, yüzündeki gülümsemesiyle, savunma psikolojisi içindeydi. Yapımcı hanım konuğuna, muhtemelen ‘kadınlar adına’ soruyordu ama yoruyordu. ‘Az zamanda çok şey yapmak’ kaygısıyla, konu anlaşılmadan bir başkasına geçiliyordu. Eşitlik, kadının eksikliği, aile reisliği, kadının şahitliği vb. Sık karşılaşılan bir durum olduğu için kanala, kadına ve konuğa dikkat etmeden; fazla beklemeden geçtim. Ancak aklıma da bazı şeyler takılmıştı.
Kahvaltı sonrası, bu hafta okumakta olduğum yaklaşık 10 yıl önce yayınlanmış “Sünnet” adlı el kitabını elime aldım. Sünnetin Çağdaş Boyutu’nu ele alan bölümde, “Hz. Peygamber’in Sünnetinde Kadın” başlığını okurken, akşamki olayla örtüşen bir yere geldim. Yazar, İngiltere’de doktora yapmış bir ilahiyatçıydı. Çağdaş değerlere dokunurken kadına ayırdığı sayfalar daha fazlaydı. Bir yere gelince, konunun ve sorunun akşamki programla örtüştüğünü gördüm. Bakalım, ilahiyatçı konuyu nasıl sunacaktı?
Konu, Allah Elçisi’nin (s) bir bayram namazında ‘kadınlara özel konuşması’nda, “akılları ve dinleri eksik olduğu” noktasındaki söylemdi. Kadınlardan birinin nedenini sormasına karşılık “akıl eksikliği, iki kadının şahitliği, din eksikliği de âdet günlerinde namaz ve oruçla ilgili ayrıcalıklı” olmalarıydı. Hadisin Buhari, Müslim, Nesai ve Malik tarafından rivayet edilmiş olması; uydurma demeyi güçleştirmekteydi. Yazarın çekinceleri vardı: Söz, Hz. Peygamberin ağzından çıktığı gibi mi aktarılmıştı? Aktarıldıysa, mevcut durumdan hareketle mi söylemişti? Medine’de Müslümanlar Yahudilerle birlikte yaşamaktaydı. Yahudi kültüründe, ay hali günlerinin kadının dindarlığı zayıflattığı şeklindeki yargı, popüler kültürün anlatım unsuru olarak kullanılmış olabilirdi. Genelde ‘bağlamından soyutlanıp dünyamıza aktarılan cümlelerin yanlış anlaşılacağı’ düşüncesine katılıyoruz ancak Yahudi’lerin aksine sünnetler koyan Allah Elçisi’nin ‘popüler Yahudi kültürünü anlatım unsuru olarak kullanmış olması’na katılmamız mümkün değildi.
Keşke, adını bilmediğim konuk bundan haberdar olsaydı. Keşke bu kitabı yazan akademisyen Çakın’ın ‘Kadınlar ile İlgili Bir Hadis ve Değerlendirilmesi’ makalesini okumuş olsaydı? Bir A4 sayfasına sığmamak zorunda olan bu konuyu, sıcağı sıcağına ortaya atmadığım için ‘keşke’ demektense, yazayım istedim. Kasıt olmaksızın pişmiş aşa soğuk su katılmış olduğunu haber vereyim. Konu ilgi alanına girip de bir yorumla katılmayanlar veya paylaşmayanlar için üstadın: “Hedefe varmayan mızrak utansın” şiirini hatırlatmak isterim.
Eşitlik, eksiklik, ailede reislik gibi konulara gelince… Müslümanlığın yumuşak karnıymış gibi sürekli dürtenlere sormak isterim: Müslüman-gâvur, her dinden oluşan 21. yüzyıl dünyasının 200’den fazla ülkesinde, yaşanan bir olgu olarak, kadınların neden devlet başkanı olamadıkları size yadırgı geliyor mu?
http://www.edebiyatevi.com/yazi-guncelle/146520_pismis-asa-soguk-su-katmak.html
Danişmend Gazi Destanı, Battal Gazi’nin kızından torunu Melik Ahmed’in destanıdır. Niksar, Tokat ve çevresinde hâkimiyet kurmuştur. Melikgazi diye bilinen; “Kayseri Fatihi” Melik Mehmed Gazi O’nun soyundandır. Sultan Turasan ise Emir Ömer’in oğlu olup Melik Ahmed yani Danişmend Gazi ile birliktedir; Melik Ahmed’in dayısıdır. İkisi de Çeharbağ denilen bir yerde silah eğitimi yaparlar. Sultan Turasan Çeharbağ’da kalırken Melik Ahmed akşamları şehre döner ve ilim tahsil ederdi. Onun için Danişmend’dir.
Malatya halkı, Battal Gazi ve Abdulvehhab Gazi’nin ölümünden sonra toplanırlar. İleri gelenler içinde Eyyub vardır. Süleyman adlı bir yiğidi, Melik Ahmed ve Sultan Turasan’ı çağırması için gönderirler. Yolda karşılaşırlar ama kahramanlarımız Süleyman’ın niçin geldiğini kendisine söylerler. Çünkü Battal Gazi’nin torunları dedelerini rüyalarında görmüşler ve cihad için emir almışlardır.
Şehre döndüklerinde, 1067 yılının Receb ayının bir Cuma günüdür. Halk, karşılamak için, yola çıkmıştır. Sultan Turasan ve Melik Ahmed’in elini öperek bağlılık bildirirler. Melik Ahmed Cuma hutbesini okur; namaz kıldırır.
Malatya halkı, kâfirlerin bir araya gelerek Müslümanları öldürdüğünü; ikisinin birleşerek kâfirleri kırmalarını isterler. Melik Ahmed, Halife’nin izni gerektiğini söyler. Eyyüb ve Süleyman’ı yanlarına alarak Bağdat’a giderler. Eyyüb ve Süleyman, bu iki gencin Diyar-ı Rum’a fethe çıkması için izin isterler. Halife, Şam coğrafyasına işaret eder ancak veziri Halife’yi Rum illerine ikna eder. Ferman, at, hilat, asker ve mal alarak Malatya’ya döner ve asker toplarlar.
Sivas yönüne hareket eden orduda Sultan Turasan komutanlardan biridir. Ancak Melik Ahmed Gazi yolda, ordunun ikiye ayrılmasını teklif eder. Bizans kralı iki ayrı orduya karşı koyamayacaktır. Kendisi Niksar, Tokat, Amasya, Samsun ve Sinop tarafını hedef seçer. Sultan Turasan ise Kostantiniyye tarafını işaret eder. Malatya’nın ileri gelenlerinden Eyyub, veziridir.
Kayseri’den İstanbul’a… Aradan yıllar geçer. Rumlar, bu iki kahramana “cazu” derler. Onlara göre ise “Koyun sürüsü ne kadar çok olursa olsun / On’a bir kasap yeter.” Sultan Turasan –Rumların diliyle- Bizans İmparatoruna çok cefalar eder.
Kayseri/İncesu ilçesinin Tekke Dağı’nda, dağın adını aldığı “Şeyh Turasan Zaviyesi” vardır. Aslında Ürgüb’e bağlı Başdere Köyü eskiden “Sultanım Başköy” olarak bilinirdi. Bu sultan, o sultan olmalıdır; çünkü Danişmend Gazi Destanı’nda O’nun adı “Sultan Turasan’dır. Alaaddin Keykubat’ın hatunlarından, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in anası yani “Valide Sultan” Hunat Hatun eliyle yaptırılan tekke/zaviye binası hâlâ yaşamaktadır.
Sultan Turasanla Şeyh Turasan Vakfiyesi arasında zaman farkı vardır. Bu yüzden birileri “tarihçiler, iki ismi karıştırıyor” diyebilir. Bir asır gibi bir zaman, dede-torun ilişkisi neden kurulmasın? Biz bu ilginin doğrudan olduğunu düşünüyoruz.
Sultanım Başköy’ün adı değiştiği gibi Turasan adı da Ürgüp’te bir şarap fabrikasına konmuştur. Hasan Turasan, şarap fabrikasını 1943 yılında Ürgüb’de kurmuş; adını da “Turasan” koymuş. Babası ona Hasan adını koyarken niçin koymuştu acaba?
Nereden nereye geldiğimizi anlatmak için bu iki gelişme ipucu vermektedir. Artık “kâfirlerin Müslümanları öldürmesine ve Battal Gazi torunlarının da kâfirleri kırmasına” gerek yok. Sosyolojik gerçek yerine “cuk!” diye oturmuştur. “Bir toplum kendini değiştirmeden Allah onlar hakkındaki hükmünü değiştirmez.”
Biz, öylesine değiştik.
KUKLA MUKLA
Alan değiştirerek dinlenmek için TV kanallarını gezerken, ‘yalan’ üzerine söz eden bir programa rastladım. Aile içi sorunları çözmeye çalışan, seans uygulayan ‘bir bilen’ vardı. Program sonunda, kızının yalan söylemesini engellemeye çalışan annenin yönlendirilmesi ve bazı şeylere ikna edilmesi ötesinde bir de hediyesi vardı: Uzun, kırmızı burunlu Pinokyo kuklası. Kendisi yalan söylediği için kızı yalana doğru kayan konu mankeni annenin yüzüne açıkça söylenemeyen gerçek, ‘kendisini annesinin kollarına bırakmış çocuğun aslında annenin kuklası olduğu’ mesajını içinde barındırmaktaydı.
Konu yalan olunca, eğitimci eline pinokyo kuklasını alınca, bu kişinin dünyadan haberdar olduğu ve evrensel değerlerden yararlandığı akla gelebilir. Ben Pinokyo’nun hikâyesini kitabından (Pinocchio, 1883) okumadım ama radyo programlarından, çocuklarımın izlediği çizgi filmlerden (Walt Disney, 1939) biliyorum. İşin özü, mesajıdır. İtalyan bir yazarın (Carlo Collodi) “Yalan söylersen burnun uzar” diyerek çocuğu yalandan kaçındırmaya çalışması. Yani Hıristiyan Batı kültürünün ürünü. Aslında yalan, bütün dinlerde yasaktır. Hıristiyanlık dininin bu konuda günahı yoktur. Ama bu kültürün hâkim olduğu insanlar öyle midir? Çocuk, yalan söylediğinde burnunun uzayacağına çocukken inanır. Ama hep çocuk mu kalacak? Bilinçli veya bilinçsiz, ilk yalan denemesinde elini burnuna götürünce, olanlara inanamayacaktır. İkinci ve üçüncü denemede ise, ‘yalan söylememesi için kendisine yalan söylendiği’ anlaşılacaktır.
Bizim kültürümüzde de, çocuklara yönelik ‘Yalan Söyleyen Çoban’ hikâyesi vardır. Ama bu hikâye, baştan sona doğrudur. Pinokyo öyküsü baştan sona yalan olduğu gibi. Ama nedense, Pinokyo prim yapmaktadır. İthal malı olduğu için mi? Programda geçmedi ama uzmanımız bu hikâyeden haberdar olmalıdır. Ben şahsen, körün gördüğü, sağırın duyduğu bir hikâye diye biliyorum.
Pinokyo öyküsü aslında batı dünyasının çocuklara söylediği ilk yalan değildir. Yine batı kültüründen öğrendiğimize göre, yeni yılın ilk gününde çocuklara hediye verilir. Hediyeyi anne-baba alır ama çocuğa bir Hıristiyan papazı getirir: Noel Baba. Çocuk -ne kadar çocuk olsa da- kapıdan girip çıkanları gördüğü/bildiği veya göreceği/bileceği için, neden görmediği sorusuna hazır don biçilir: Noel Baba bacadan inmiştir!
Böylesine yalanla dolu kültüre rağmen bizdeki yalan ve kandırmanın çokluğunun izahı, konu mankeni anneye söylenemeyen gerçekte gizlidir.
Pinokyo kuklasının ‘Truva atı’ gibi evin içine girmesine gelince, cevabı o kadar basit değildir.
Biz ‘yalan söyleyen çoban’ öyküsünü bilmemize rağmen yalancı, kandıran, aldatan oluyorsak; “Aldatan bizden değildir’ buyuran Allah Elçisi (s) kimin peygamberidir?
Batılılar, Pinokyo ve Noel Baba yalanlarını, büyüyüp baba olunca da çocuklarına anlatmaya devam ediyorlar, buna rağmen bizim kadar yalancı değillerse, işin sırrı nerede gizlidir?
Kur’an’daki kısacık Asr Suresi’ne zamana yeminle, zarardan kurtulacaklarına inanmakla birlikte inancının gereğini yapanlar olduğu söylenmektedir. İnanılanın gereğini yapmaksa, çeşitli vesilelerle, 70 kere yinelenmektedir.
Peki, ‘Yalan Söylemeyen Çoban’ hikâyesi de var mı?
Evet, öyle birini bulan Hz. Ömer, delikanlıyı devlet işinde görevlendirmiştir.
Yüklü bir mesaj içeriğiyle ‘kukla’ hediye ederken kukla olduğunun bilincinde olmayan eğitimcinin yerine kendimi koyan ben, kendimden utandım. Böylesine açık yalan sembolü olan somut kuklanın, ‘Truva atı’ olarak, çocuğunu yalandan korumak isteğinde bulunan konu mankeni annenin odasına girmesi, öncelikle ‘bir bilen’ uzmanın beynine girmesinden sonra gerçekleşmiştir.
Kültür emperyalizmi dedikleri bu mu acaba?
http://www.edebiyatevi.com/yazi-guncelle/145802_kukla-mukla.html
Kayzer, Bizans /Doğu Roma kralına verilen bir unvandır. Kayseri’nin Bizanslıların şehri iken zaman zaman akınlarla Arapların eline geçtiği yazılmaktadır ancak gerçek fetih Danişmend Beyliğine nasip olmuştur.
“Daniş-mend”, Farsça bir tamlama olup medrese tahsili görmüş ilim adamı; bilgin, kültürlü kişi demektir. Kayseri’ye doğudan gelen Danişmendliler, o günün şartlarında, şimdi Pınarbaşı’na bağlı olan Melikgazi Köyü’ndeki Zamantı Kalesini alarak çevresini üst edinmişlerdir. Melikgazi’nin türbesi, adıyla anılan bu köydedir.
Kayseri Melik Gazi oğlu Mehmed eliyle fethedilmiş ve imar faaliyetleri başlamıştır. Danişmendli Beyliği döneminde Mehmed Melik Gazi Kayseri’yi “merkez” yapmıştır.
Mehmed Melik Gazi Kayseri’yi fethedince bir cami yaptırır. Bu davranış, Hz. Muhammed(s.a.s.)in izinden gitmek yani sünnetidir. Eski bir mabed yerine, o mabedin put sayılmayacak malzemelerinden yararlanarak Ulu Cami’yi yaptırır. Mermer sütun başlıklarının bitkisel oluşu bunun canlı şahididir. Cami tamamdır ancak iş bununla bitmez. Fetih Suresi’nden sonra gelen Hucurât Suresi’nin “sıralama” yorumu vardır: “Fetih ancak ardından gelen eğitimle tamamlanır.” Yani askeri fetihten sonra eğitim kurumları açarak halkın yetişmesini sağlamak. Bu eğitim ve terbiyeyi sağlayacak kurumlar, tarihi şartlar içinde, camiler ve hemen bitişiğindeki medreselerdir.
Kayseri’de de -diğer İslam şehirlerinde olduğu gibi- şehir, cami merkezlidir.
Cami’den sonra bitişiğine Melikgazi Medresesi yapılır. Put sayılacak “haç, insan ve hayvan” motifi bulunan malzemeler de medresede kullanılır. Mesela, Ahmed Nazif Efendi’nin yazdığına göre, mermer sütun başlıklarının dört tarafında belirgin haç resmi vardır. Melikgazi Medresesi de ilk olma özelliği göstermektedir.
Türbe, Cami-i Kebir’in kıble duvarında bulunduğuna göre, Medrese Türbe’nin önündeydi. Yani şimdiki tuvaletlerin doğusundaki yeşil alanda bulunmaktaydı. Medresenin kalıntıları 1966 yılında, Belediyece ortadan kaldırılmıştır.
Danişmendlilerden Mehmed Melikgazi erdemli bir bilgin, mücahid bir kişidir. Danişmend sıfatı da bunu göstermektedir.
Melik Mehmed Gazi, Rumlar ve Ermeni’lerle cihad etmiş, Abdulmecid bin İsmail Herevî başta olmak üzere çok sayıda din âlimini çeşitli ülkelerden davet ederek Anadolu’da İslamiyet’in yayılması için çalışmıştır.
Anadolu’da yazılan ilk eser olma unvanını taşıyan Keşfu’l Akabe, Danişmendliler zamanında, Kayseri’li İbnu’l Kemal İlyas bin Ahmed’e aittir. Bu eser, Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nde görev yapan Mikail Bayram tarafından, 1981 yılında yayınlanmıştır.
Mehmed Melik Gazi, 6 Aralık 1143 yılında Kayseri’de ölmüştür. Cami-i Kebir’in kıble tarafında, Mehmed Melik Gazi Türbesi yapılmıştır. Türbe, cami ve medreseyi birbirine kaynak yaparcasına, ikisinin arasındadır. Cami ve Türbe’nin zemin seviyesi/kodunun düşük oluşu, ne kadar eski olduğunu anlatmaktadır.
14 Aralık 1988 tarihinde yürürlüğe giren bir yasa ile Kayseri’nin iki merkez ilçeye bölünmesi sonucunda, eski Kayseri’nin ağırlıklı olduğu kısma Melikgazi adı verilmesi bir vefa örneğidir.
Yolu buradan geçen her Kayseri’li, İstiklal Marşı şairi rahmetli Akif’in “bastığın yerleri toprak diye geçme; tanı” ifadesiyle Türbe’de yatanın bu toprakları bize vatan yapan Mehmed Melikgazi olduğunu hatırlamalıyız. Gazi, nurlu ve onurlu insan olsa da, masrafsız hediye olarak “ruhuna Fatiha” yollamalıyız. Ölüm yıldönümü dolayısıyla Mehmed Melik Gazi’yi anıyor ve “Allah rahmet eylesin” diyoruz.
Son yıllarda, Muhteşem Yüzyıl dizisinin gösterime girmesinden sonra Osmanlı tarihine ilgide bir artış gözlemlenmektedir. Dizide geçen Hürrem Sultan, Valide Sultan olamamıştır ama Sultan Süleyman döneminde çevrilen ’entrikalar’ çerçevesinde, ‘Valide Sultan’ kavramı da dile getirilmektedir.
Valide Sultan kimdir? Ne zamandan beri vardır? Nasıl ‘Valide Sultan’ olunur? Hürrem, ‘Valide Sultan’ olmuş mudur? Hepsi böyle midir? Valide Sultanların hepsi de İstanbul’da mıdır? Kayseri de, bu konuda söz sahibi midir?
‘Valide Sultan’ unvanı padişah annelerine, ‘oğlu padişah olduğu sürede’ verilen bir addır. Nitekim ‘Padişahların anneleri hakkında kullanılan bir tabirdir.’ ‘İlk defa, III. Murad tarafından validesine verilmiş ve sonra umumîleşmiştir.’
Son yıllarda, üniversitelerin mimari fakültelerinde yapılan tezlerden bazıları, valide sultanların bıraktıkları vakıf eserler üzerine yoğunlaşmaktadır. Mesela, Valide Sultanların İmar Faaliyetleri, Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Camisi ve Külliyesi, Eyüb'de Mihrişah Valide Sultan Külliyesi ve Koruma Önerileri, Yıldız Sarayı Valide Sultan Köşkü, Bezm-i Âlem Valide Sultan gibi.
Bu tezlerden birinin girişinde: “Son yıllarda Türkiye’de saray kadınları hakkında yapılan araştırmalar giderek artmaktadır. Bu alanda kaleme alınan çoğu eserde saray kadınlarından valide sultanlara ağırlık verildiği görülmektedir. Ancak yazılan eserlerde çoğunlukla valide sultanların menşelerine, oğulları ve devlet yönetimi üzerindeki olumsuz etkilerine ve entrikalarına yer verilmiştir. Bunun yanında onların yaptığı hayırlara, bu hayırların göstergesi olan eserlere az yer verilmiştir. Bu nedenle de çoğu valide sultan hep olumsuz yönleriyle anılmış, yaşamları boyu yaptıkları hayırlar arka planda kalmıştır. Oysaki padişah anneleri servetlerinin büyük bir bölümünü hayır işleri için harcamışlardır” denilmektedir.
Kayseri’de de böyle bir “Valide Sultan” bulunmaktadır. Daha önemlisi ise bu sultanın Selçuklular Dönemi’nde olmasıdır. Bu Valide Sultan, Alaaddin Keykubat’ın (ö.1327) eşi, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in annesi, Mahperi Hatun’dur. Daha çok Hunat Hatun adıyla anılır. Ahmed Nazif Efendi (ö.1914), “Bugün Hunat olarak söylenen Huvant sözü, Selçuklu ailesi sultanlarına ait özel bir unvandır“ demektedir.
Hunat-Mahperi Hatun’un kökeni hakkında kesin bir şey bilmiyoruz. Kayseri’de, bazılarının tercih ettiği görüş, “Alaaddin Keykubat'ın eşi Mahperi, Bizans Tekfurlarından Kalanoros Kalesi sahibi Kir Vard’ın kızı” olmasıdır. Osman Turan’ın Ermeni tarihçi Sempad’a dayanarak yazdığı bilgi doğru kabul edilerek, sürekli tekrar edilmektedir. Daha önce (2003) biz de onları ‘bir bilen‘ sanarak, o görüşe uymuştuk. Ancak daha sonra, kaynaklara ulaşınca (2005) o günlerin şahidi İbni Bibi’yi tercih ettik.
İbni Bibi’nin (ö.1272), Kyr Vart "daha önce satın aldığı edepli ve namuslu kadınlarının seçkinlerinden birini, Muhammed'in (a.s.) şer'i emirlerine uygun olarak hazırlayıp Sultan'ın kutlu hareminin ve uğurlu ailesinin fertleri arasına katılmak üzere gönderdi" kaydını önemsiyoruz. Bu anlatım bize, tarih kültürümüzdeki ‚cariye‘ kelimesini akla getirmektedir. Osmanlı döneminde ve hareminde böyle uygulamaların olduğu bilinmektedir ancak biz Selçuklu Döneminden ve dönemin önemli Sultanı Alaeddin Keykubat’tan bahsediyoruz.
Kalonoros Kalesi alınıp yeniden yapılandırılır. Adı, Sultan Alaeddinin adına bağlı olarak Alâliye konur ve söylene söylene Alanya haline gelir.
Yönetimi Malatya’dan Şam’a uzanan Melik Âdil’in oğullarıyla iyi geçinmek isteyen Sultan Alâeddin Melik Adil’in kızı Âdile Sultan’la diplomatik bir evlilik yapar.
Alaeddin Keykubat, Mahperi Hatun’dan olma, büyük oğlu Gıyaseddin’i Mengücek iline Melik tayin eder. Henüz bir yaşında olan ve Eyyubi prensesi olan Melike Âdile Hatun’dan doğan küçük oğlu İzzeddin Kılıçasan’ı da bütün emirlerin biatı ile kendisine veliahd yapar. İşte bundan sonra olayların seyri, beklenmedik bir şekilde gelişir.
Alâeddin Keykubat’ın zehirlenerek öldürülmesi üzerine, II. Gıyaseddin tahta çıkarılır. “Asıl veliahd İzzeddin’e sadakat eden beylerin muhalefetine fırsat vermemek için de ‘Meydan Kapısı’ müstesna, şehrin diğer bütün kapılarını da sıkı sıkı kapatılır.” Bu durum, genç denilecek yaşta ‘Alâiye’den’dan Sinop’a’, kara ve deniz hâkimiyeti kuran Alâeddin Keykubat’ın ölümünü daha bir şüpheli hale getirmektedir.
II. Gıyaseddin, Validesi Mahperi’nin etkisiyle Veliahd İzzeddin’in annesi Melike Âdile’yi önce Ankara Kalesi’ne hapsettirir sonra da öldürtür. Yay kirişiyle boğdurularak öldürülmenin kadın oluşuyla ilgisi yoktur çünkü “hanedana mensup olanların, kanlarını akıtmamak için, yay kirişi ile boğdurulması Selçuklularda mevcut idi" denilmektedir.
Sivas Caddesi’nin sağında yer alan Âdile Hatun Kümbedi, kitabesinden anlaşıldığı kadarıyla, mezarı kızları tarafından 11 yıl sonra (1247) yaptırılan mazlum bir Hatun’un acıklı hikâyesini dile getirir.
Hürrem Sultan entrikalarının en önemlisi, Şehzade Mustafa’nın, babası tarafından yeniçerilere, çadırda yay kirişiyle boğdurtularak öldürtülmesidir. 1555 yılının Nisan ayında Anadolu’yu dolaşan Alman seyyah, o günleri şöyle anlatır: “Geçtiğimiz yollarda halkı üzüntülü ve kızgın bulduk. Bir kısmı şehzade Mustafa’nın öldürülmüş olmasına bir kısmı da İran seferinin sürüp gitmesine üzülüyor. Zira herkes Mustafa’yı övmekte ve padişah tahtından ayrılınca Türkiye’de huzursuzluğun artacağından ve başkaldırmalar çıkacağından korkuyor. Geride kalan iki şehzadenin babaları gibi olamayacaklarına inanıyorlar.”
Otuz yıl önce, bu acıklı hikayeyi öğrendiğimde duygularım hakim olamamış ve şöyle bir şiir yazmıştım: İstanbul’un ortası Şehzadebaşı /Şehzade Mustafa’nın başı/ Belli ki Hürrem Sultan‘ın işi / Çıkar Direklerarası’ndan…
Hürrem Sultan’ın bize anımsattığı bir olay ise yüzyıllar öncesinde, Kayseri’de yaşanır.
Kayseri’de, Hunat Camii doğu ve kapısındaki kitabelerde, 1238 tarihinde, Alaaddin Keykûbat’ın oğlu Keyhüsrev devrinde yaptırıldığı yazılıdır. Doğudaki kitabede Büyük Melike Mahperi Hatun sıfatları geçmektedir. Mah, Farsça’da ay demektir. Peri ile birleşmiş ve isim olmuştur. Gayr-i Müslim olan cariyelere yeni bir isim verildiğinden buna da Mahperi adı verilmiştir. Batıdaki kitabede ayrıca el-Âhile yani kadın hükümdar sıfatları geçmektedir. Hunat Hatun Türbesinde, sanduka kitabesindeki pek çok sıfat içinde ‚el-Mutasaddikatü bi'lmali uluf= devlet malından binlerce harcayan‘ sıfatı da dikkat çekmektedir. Bugün yaşayan haliyle hamam, cami, medrese ve türbesiyle Külliye olma özelliğini sürdürmektedir. İncesu'da, Tekke Dağı diye bilinen mevkide Şeyh Turesan Veli Hazretleri adına tekke yaptırmış; adına vakıflar bağışlamıştır. O günün tarihi/siyasi şartları içinde, Kayseri dışında da -Mesela, Tokat'ın Pazar ilçesinde bulunan Han‘ın kitabesinde de Vâlidetü’s-Sultâni’s-Selâtîn Mâhperî Hâtûn yazdığı belirtilmektedir.
Halil Edhem, sanduka kitabesinde ölüm tarihinin olmamasına şaşar. Nitekim yine cami kitabelerinin II. Gıyaseddin Keyhusrev iktidarının ilk yıllarına ve Mahperi Hatun’un mezar kitabesinin ise Keyhusrev’in ölümünden sonraki zamana denk geldiğini söyler. Bize göre, türbe hayattayken yapıldığı ve kitabesi yazıldığı için ölüm tarihi yoktur.
Bu vakıfların, halkda meydana gelen infiallerin telafisiyle ilgili olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda, Hunat Hatun oğlundan da uzun yaşamış olmaktadır. Devlet malından adına yapılan eserler onu ölümsüz kılmıştır.
Türbede, mermer sandukanın bir yüzünde de, 20 kadar sıfattan sonra Validetu's Sultan sıfatı geçmektedir.
Son yıllarda yapılan bir tezde, “Valide sultanların menşeleri tam olarak bilinmemektedir. XVI. yüzyıla kadar Osmanlı padişahlarının Türk hanedanlarının kızları ve Bizans prenseslerinden olmak üzere nikâhlı aileleri ile ‘odalık’ denilen cariyeleri bulunmaktaydı. Padişahların hem nikâhlı eşlerinden hem de cariyelerinden doğan çocukları vardı. XVI. yüzyıldan itibaren ise Osmanlı padişahları sarayda yetişmiş olan veya kendilerine hediye olarak sunulan cariyeleri aile olarak kabul etmişlerdir. O halde denilebilir ki XVI. yüzyıldan itibaren Valide Sultanların kökenleri saraydaki cariyelere dayanmaktadır” denilmektedir.
Validetu's-Sultan yani Sultan‘ın Annesi olmak yönetimde bir ayrıcalıktır. Osmanlılar döneminde meşhur olduğu sanılan bu deyime işte burada, yüzyıllar öncesinde Selçuklu'larda rastlamaktayız.
Alaeddin Keykubat’ın (Alâiye/Alanya’dan Sinop’a) ömrü fetihlerle geçmiş ve genç yaşta şüpheli bir şekilde ölmüştür. Önceki eşi Âdile Hatun’dan olma oğlu İzzeddin’i yerine layık görmesine rağmen Hunat Hatun’dan olma Gıyaseddin’in başa geçirilmesi bir entrikanın ürünü olmalıdır. “Valide Sultan” Mahperi, gerekli tedbirleri almış olmalı ki rakibi Âdile Sultan’ı önce Ankara’ya sürdürtmüş (1238) sonra yay kirişiyle boğdurarak öldürtmüştür.
Alaaddin Keykubat’ın öteki oğlu İzzeddin’i yerine geçirmek için komutanlarından söz almasına rağmen Hunat Hatun’un oğlu Gıyaseddin’in geçirilmesi de Valide Sultan’ın çabalarıyla gerçekleşmiş olmalıdır.
Selçuklular Döneminin önemli sultanı Alaeddin Keykubat, eşi Âdile Hatun’dan oğlu İzzeddin’i veliahd tayin edilmişken Hunat Hatun oğlu Gıyaseddin Keyhusrev’in başa geçirilmesi, Mahperi Hatun’un Valide Sultan olması, Âdile Hatun’un sürülmesi ve öldürülmesi gibi olaylar Hürrem Sultan olaylarıyla örtüşmektedir. Ancak Hürrem Sultan Valide Sultan olamamıştır. Ayrıca Hunat Hatun’un Valide Sultan oluşu, Osmanlı dönemi valide sultanlarından birkaç yüzyıl önce gerçekleşmişdir.
Osmanlı öncesinde, Selçuklu Kayseri‘sinde de bir Valide Sultan vardır; adı Hunat Hatundur. ‚Kümbedler‘ diye bilinen, Sivas Caddesi’nin sağındaki Kümbed’de bu acıklı hâdisenin günümüzde yaşayan tek hatırasıdır.
http://www.edebiyatevi.com/yazi/125851_kayseride-bir-valide-sultan.html
Çoktandır yazmıyorum. Akademiye geçtikten bu tarafa baktım da köşe yazım yok. O zaman da “Yazmak için, kızmak lazımdır” demişim. Karga/ saksağan, kekliğin sekişine özenmiş; ona benzemek istemiş ama bu arada kendi yürüyüşünü unutmuş: Bu yüzden bir kayar, bir sekermiş…
Üniversitede olmak ve şu günlerde 2000 sonrası kuşaklarla uğraşmak “Z Kuşağı” hakkında yapılmış bir yüksek lisans tezinden üretilmiş makaleyi okumamı gerektirdi. “Kendim için” okumuştum ama altını çizdiğim cümleler, düştüğüm notlar bende bir kıvılcım oluşturdu. Düşüncelerimi sizinle paylaşabilirdim.
Din Sosyolojisi’nde, muhafazakâr ailelerden gelen, İHL ve Kur’an kursu ağırlıklı, 15-20 yaşları arasında 20 kadar genç üzerinde yapılmış yeni (2020) bir anket. Kuşaklar için ABC kullanılmıyor. Bizim '68 kuşağı' dediğimiz; sağ-sol adına birbirine düşman olanlara X, 80 devriminden 2000’e Y kuşağı diyorlar.
Sosyoloji’nin bilim olarak çıktığı kaynak, kurallarını da koyuyor. Araştırmacı 'İnanç, ibadet, tecrübe, bilgi ve etki' şeklindeki beş boyutlu dindarlık yaklaşımından hareketle Z Kuşağının din algısını ortaya koymaya çalıştık" derken benim aklıma "itikad/inanç, ibadet, muamelat, mücazat, ahlak” boyutları düşüyor.
Araştırmacı, “Y Kuşağı internet öncüleriydi” derken “Z kuşağı, akıllı telefonla yatıp akıllı telefonla kalkıyorlar.” “Emoji diline yöneliyorlar.” Yüzyüze olmaktan rahatsız, sanal iletişimden hoşlanıyorlar. Bu durum yalnızlığı giderir gibi gözükse de fiziki yalnızlığı yaşıyorlar. Facebook ebeveynlerinin kuşağına ait olup Instagram ve Twitter’da vakit geçiriyorlar. Y kuşağının ortalama dikkat süresi, 12 saniye iken Z kuşağının 8 saniyedir."
Torunum Berat'tan biliyorum: "Çıkıldım!" diyor; hemen sıkılıyorlar.
“İnternet ve sosyal medya sayesinde, tüm dünyada küreselleşme ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle beraber sınırların aşıldığını ve evrensel anlamda benzerlikler görüldüğünü, tüm dünyada gençlerin de birbirine benzediği" müthiş bir gerçek. Bizlerin “aile, okul, sokak” dediğimiz eğitim sürecinin hepsini sollayan değil; sağlayan bir şey ortaya çıkmıştı. Üniversiteye daha iyi bir işe girmek, daha çok para kazanmak için geliyorlardı; hocayı da "kredi ve diploma almak için" dinliyor gözüküyorlardı. Pandemi onlara yaradı; devam, dinleme, bilme zorunlulukları yok. Üstelik, kopye imkanları çok. Tek sıkıntıları, ailelerinin yanında olup yeterince özgür olamamak.
Lise ve Üniversite karışımı deneklerde İmam-Hatipli Meryem'in: “Fıkıhçımız sürekli bize şey diyor -bunu söylemesi de açıkçası beni çok rahatsız ediyor- işte “dinle ilgili bazı konularda aklınızı kullanmayacaksınız” diyor ve hani bu çok sinirimi bozan bir cümle “aklınızı kullanmayacaksınız”. Yani o zaman öyle bir şey diyor da aklınız kullanmayıp o zaman duygularımla iman ediyorsam beni bundan yargılamaması gerekir gibisinden diye düşünüyorum. Dinle ilgili konularda aklın kullanılıp/ kullanılmaması meselesi, Meryem gibi birçok gencin ikilem yaşamasına neden olmuştur. Ama susuyorlar; diplomayı alana kadar. Ama ben soruyu kendim sormuşumdur? - Hangi akıl? Akl-ı selim mi? Einstein'ın aklı mı? Benimle yaşıt olan Bill Gates'in aklı mı? Fıkıhçı Selim'in aklı mı?
Ayşe'nin "Sosyal medya için bir fıkıh yazıyor ama adam sosyal medya kullanmayı bilmiyor." dediği, sosyal medyanın farkında olan ama benim gibi dinazorları kullanan kesimler ya uyutuyor, ya da uyuşturuyorlar. “Cuma günleri ve Kandillerde mesaj paylaşır mısınız? sorusunu genellikle gülümseyerek yanıtlayan görüşmecilerimiz, bu mesajların daha önceki kuşaklara ait kutlama pratikleri olduğunun altını çizmektedirler."
"X, Y kuşağı eşcinselliğe aktif bir karşı çıkışla yaklaşırken Z Kuşağı, “Linç yeme” çekincesi yüzünden pasif bir kabulleniş sergilemektedir." Sosyolojinin “Habitus” dediği şeyi Cüneyd-i Bağdadî'nin (ö.911) farklı bir bağlamda söylediği ‘Suyun rengi, kabın rengidir’ sözü anlatmaktadır. Konumuz bağlamında, kişisel ve toplumsal çevre olarak düşünmek gerekir. Yani bundan sonra ‘suyun rengi kabın rengi’ olmaya başlayacaktır. Mesela “Hasan: ilk kadınlarla el sıkışmıyorduk. Sonra edebiyat hocamız, bunun aslında çok gurur kırıcı bir şey olduğunu anlattı. Sonra bana makul geldi” diyor. Oysa edebiyatçı bir şey daha diyordu: “Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın/ Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git/ Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın/ Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git! (Faruk Nafiz Çamlıbel).
5’den seçmeli soru testi çözenler iyi bilirler: “Doğrunun en büyük düşmanı, doğruya en yakın yanlıştır.” Çeldirici… Çeldirici mantığını kabullenenler, İnsan şeytanını da kabullensinler… Bu edebiyatçı gibi.
Araştırmacı, "Hz. Peygamber’in 'Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir.' (Tirmizi, Zühd, 45. Ebu Davud, Edeb, 16) Hadis-i Şerif’i, Bourdieu’nün akademik dilde ‘sosyal sermaye’ olarak adlandırdığı olguya işaret etmektedir." derken, Din sosyolojisinin doğal sonucuna köprü attığını görüyoruz.
Z kuşağının okumayacağı bu yazıyı X kuşağı okurdu ama tükendi. Şiiri makaleye tercih eden Y kuşağı da zorlanarak okuyabilir. Bu yüzden, size zorlamak istemiyor; sözü burada kesiyorum.
(Türkçe’nin resmi dil olarak kabul edilişinin 747. yılı münasebetiyle)
Selçuklular döneminde Anadolu’da resmî dil Farsça, bilim ve din dili ise Arapça’dır. Bu gelenek Osmanlılarda da sürmüştür. Ancak Türkçe’nin Anadolu’da resmi dil olarak ilan edildiği bir kırılma noktası vardır. Bu dönem, Alâeddin Siyavuş’un Konya’da tahta oturduğu, Karamanoğlu Mehmed Bey’in vezir olduğu yıldır.
1277 yılında yeni yönetim bir “divan” kurarak bir ferman çıkarır: “Bu günden sonra hiç kimse divan’da, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil konuşmayacaktır.” Böylece, Türkçe’nin Anadolu’da ilk resmi dil ilan edilişi gerçekleşir. Ancak daha sonraki tarihi belgelerde bu kararın uygulaması net olarak görülmemektedir.
Aradan uzun yıllar geçer, gelenek değişmez. Arapça bilim dili, Farsça edebiyat dili olarak varlığını sürdürür. Derken, Anadolu’nun bağrından bir sızlanma yükselir. Âşık Paşa (ö. 1333) yazdığı divanında şöyle seslenir:
“Türkün diline kimesne bakmaz idi
Türklere her giz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri”
Bu, Türkçenin bir tarihteki durumunu yansıtan bir tespittir.
Kayseri, Osmanlı Devleti öncesinde Karamanoğulları Beyliğine bağlıdır. Osmanlı’ya Fatih devrinde geçmiştir. Fatih devri, Türkçe’nin kullanılması konusunda dev adımların atıldığı bir dönem olmasına rağmen, Kayseri’de görebildiğimiz ilk Türkçe kitabe, II. Selim devrine aittir.
Kayseri’deki mimari eserleri incelerken, bu konuyla ilgili olarak, Mimar Sinan projesi olan ve Hacı Ahmed Paşa tarafından yaptırılan Kurşunlu Camiinin Osmanlıca yani Türkçe kitabesi bir ilk olarak, bize ışık tutmaktadır.
1576 yılında yaptırılan Camiin kitabesi daha önce Ahmed Nazîf Efendi (ö.1914) tarafından doğru olarak okunmuştur. Ancak araştırmacılar hâlâ yanlış okumakta ve -Amerika’yı yeniden keşfedercesine- düzeltme yazıları yayınlamakta, tanıtım levhasındaki okuyuş yanlışlığı ise sürmektedir.
Ahmed Nazîf Efendi’nin (ö. 1914) okuyuşu şöyledir:
“Şehr-i Zilhicce’de urmışsın ânın bünyadın
Dilerim haşre değin sahibine ola dua
Oldu ma’mur vilayet didim ana tarih
Yapalı Kayseri’de Camiin Ahmed Paşa.
Kitabeyi şöyle açıklayabiliriz: Zilhicce ayında binayı yaptırmışsın. Bu temel atmadan çok bitiş yani açılış tarihi olur. Çünkü kitabe binanın sonunda gündeme gelir. / Yapılan bu işin, yaptıranın öldükten sonra dirilişine kadar dua yerine geçmesini dilerim. Burada “sadakay-ı câriye” denilen vakıf eserler yaptıranların amel dosyasının kapanmayacağı hadisine telmih (işaret) vardır. Şehir bu caminin yapılmasıyla ma’mur oldu. Ben de ona, “Yapalı Kayseri’de Camiin Ahmed Paşa” cümlesinin ebced (sayısal) hesabıyla tarih düşürdüm. “Ahmed Paşa 1576 yılında bu camiyi yaptırdı” dedim.
Büyükşehir Kayseri Ansiklopedisi'nde (2014) aslan payını alan adam Kurşunlu Camiindeki bu kitabeyi sanki ilk kendi okuyormuş gibi okuyor. Kendinden 100 yıl önce okuyan adamı okumadığı için "anal bünyadın" şeklinde yanlış okuyor/yazıyor. Osmanlı Türkçesinde "sağır kafı" bilmemek için sağır olmak yetmez; kör olmak gerekir. Uyarıyorsun; laf da anlamıyor/dinlemiyor. Kişi, önce kendini bilmeli, demek ki....
Kurşunlu Camii kitabesi Kayseri’de, yaşayan mimari eserlerde, ilk Osmanlıca yani Türkçe kitabedir. Türkçe’nin resmi dil olarak kabul edilişinin 741. yılı münasebetiyle bunu hemşerilerimize hatırlatmayı görev biliyoruz.
(Mustafa IŞIK-38 Kayseri Yazıları- Kayseri-2007- ilk makalesidir.)
Kullandığımız miladi takvim, İsa (a.s)ın doğumunu sıfır sayarak başlayan bir takvimdir. Buna göre, yeni bir doğum yılına daha giriyoruz. İsa’dan 6 asır sonra gelen Muhammed (s.a.s.) ve getirdiği Kur’an konuyu netleştirse de ne zamandır aklımız karışık. Baskın Avrupa kültürü, “ehl-i kitap” bilgileriyle yoğrulmuş olduğundan; yer yer Hıristiyan bakış açısını yansıtmaktadır. İsa’nın doğumunu kutlayanlar da aslında “işlerine gelen işleri” yapmaktadırlar.
Filistin’de doğan, büyüyen, yeni bir dinin elçisi olan ama kucağında büyüdüğü Yahudiler tarafından ümüğü sıkılan İsa (a.s.) konusunda Yahudilik susmak zorundadır. Suçluluk psikolojisi içinde… İnsanların beynini moloz bilgilerden kurtarmak ise, son yeni dinin görevidir.
İsa’dan sonra 325 yılında, İznik’te toplanan konsül sonrasında resmi Roma Hıristiyanlığı başlamış; o anlayışın dışındaki mezhepler tarihe gömülmüştür. Barnabas İncili’nden bahsediliyor. İznik Katliamı’ndan kurtulan İncillerden biri… Musa (a.s.)ın, Firavunun katliamından kurtulması gibi bir şey….
Hıristiyanlığın ilk zamanlarında bazı mezhepler, İsa´nın öldürüldüğünü kabul etmemiş; onun yerine Simon´un öldürüldüğüne inanmışlardır. Barnabas İncili’ne göre de çarmıha gerilen kişi, Hz. İsa´ya ihanet eden ve bunun cezası olarak mucize olarak İsa´ya benzetilen Yahuda İskariyot´tur. (Bkz. Barnabas–216) http://barnabas-incili.com/incil/barnabas/22/
Eski tabirle “şeriatların ruhu” diye bir başlık vardı yani “dinin” amacı da diyebiliriz. Bunlar canı, malı, nesli, aklı, dini korumaktır. Baskın kültürler başımızda sağlam akıl bırakmamıştır. Bunun için, Müslümanın yapacağı şey, Kuran’ın dediğine yani Allah’ın sözüne inanmaktır.
Allah’ın buyurduğuna göre, “Her canlı ölümü tadacaktır. ”(Âli-İmrân:185) “Her canlı ölecektir. İsa bir canlıdır. O halde İsa ölmüştür.” Bu, basit bir mantık kuralıdır.
Ku’ran, herkes için indiyse, yapılan tercümelerden birine güvenenler, o tercümeden okusunlar; her gelenin değil de “Allah’ın dediğine” baksınlar. Amentü/ İnandık dedikleri kitaba…
O buyuruyor ki: “Biz, Allah’ın Elçisi olan Meryem’in oğlu İsa Mesih’ı öldürdük” demeleri sebebiyle kendilerini lânetledik; rahmetimizden kovduk. Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve çarmıha germediler. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. Aslında İsa’nın katli hakkında kendileri de ihtilâf içindedirler. Onların bu öldürme hâdisesine ait bir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Onu gerçekten öldürememişlerdir. (Nisa: 157–158)
Rahmetli Necip Fazıl’ın (ö:1985) kullandığı bir söz vardı. “Güneşi ceketinin astarında kaybetmiş” kişilerden bahsederdi. “Cebi delik ceket” giymeyen kuşakların bunu anlaması güç olabilir ama Hayali Bey’in (ö:1656) O mâhîler ki deryâ içredür; deryâyı bilmezler" mısraını da anlamaları imkansız. Yani balıklar suda yaşarken suyun değerini bilmezler. Eeeee… Sudan çıkınca anlasalar da bir anlamı kalmayacaktır.
Bugün yarın, çooooook uzaktan, Müslüman olmayan birileri gelse, “İsa çarmıha gerilmedi” dese, “bir avuç tuz alıp arkasına koşacak” bir sürü mahlûklar olacaktır. Adam, “İsa çarmıha gerilmedi, demedim.” dediği halde, ardından koşanlar olduğuna göre…
40 yıllık ilahiyatçı olarak hep duydum ve gördüm: Ölülere Yasin okunur. Gün geldi, ben de okudum. Neden “Yasin?” diye sordum. “Yasin, Kuran’ın kalbidir.” dediler. Yani özeti. Özelliği neydi ki ölülere okunuyordu? Oysaki Kur’an dirilere –biz Türklerden farklı olarak- anladıkları dilde gelmişti.
Kur’an okumaya devam ederken hadis de okumaya başladım. Doktora sırasında gördüm ki, Allah Elçisi’nin ölümünden 340 yıl sonra, İbn Hibban (ö:965) bu hadisle ilgili olarak şöyle diyordu: “Ölüm döşeğinde olanlara Yasin okuyunuz”. Demek ki daha o yıllarda, “eksenden sapma” gerçekleşmiş ve de tesbit edilmişti. Yanlışı sürdürme konusunda üstümüze kimse yok gibi.
Sonra “ölüm döşeğindekilere Yasin okumanın nedenini” kendime sordum. Cevap yine Yasin’in içinde olmalıydı. Bulmak için aramam ve de anlamam gerekiyordu. Eh, bunca yıllık ilahiyatçı olunca, meal yardımıyla da olsa, soruma cevap arayarak okudum.
Yasin, Allah Elçisi’nin “Uzun zamandır ataları uyarılmamış bir topluluğu uyarmak için gönderildiğine” yeminle başlıyordu. İlk sayfa biterken “ölüleri diriltir; yaptıklarının faturasını önlerine koyarız” deniyordu. Kuran’ın ve indiği sürecin yarısının, insanları bu cümleye inandırmakla ilgili olduğunu biliyor muyuz?
2. sayfada, şehrin öte başından koşarak gelen, “Uyun, bu güzel adamalara” diyen kişinin Hatay’lı Habib-i Neccar olduğu rivayet edilir. Sonunda o da şehit edilir. Adınız “Mükremin” ise, sordunuz mu ana-babanıza, nedendir?
Yatsı çıkışında imam yalnız kalınca, sarhoş kapıya dayanır. Anasının ölüm yıldönümünde “Yasin” okutacaktır. İmam bakar ki iş çetin, mezara giderler. Okumaya başlar, 2. sayfayı atlar, sonraki sayfaları martlar ve Yasin’i bitirir. Sarhoş, tatmin olmamıştır; “Hocaaaa!” der. “Kısa kesdinnn!” Hoca “Nerden bildin?” deyince “Mükremiiin geçmedi” cevabını verir. Meğer babasının adı Mükremin’dir. Biz, işin orasındayız.
3. sayfada kışla ölen, baharla dirilen topraklar misal verilir ve bu topraklara can veren ve de toprağın bize verdiği nimetlerden bahsedilir.
4. sayfada, Nuh’un Gemisi’nde taşınan çiftleri hatırlatan kuşaklardan bahsedilir. Elçilere meydan okurlar. Şartele basılır; sönerler. Şartel kaldırılır; yanarlar. O kadar basittir.
Hocalar, öldükten sonra dirildiğine şaşan kalasları anlatan ayette, nedenini bilerek-bilmeyerek, “sekte” yaparlar. Neden mi? Türkçecilerin öğrettiği “Oku sen de baban gibi eşek olma” cümlesindeki imla da böyledir.
5 sayfada, yaptıklarının karşılığını Cennet ve Cehennem olarak bulanlardan bahsedilir. Ölüm ve sonrasından. Şiirsel manzume devam eder ama şiir değildir. O, okuyanların anladığı; Allah Elçisi’ne “Dirileri uyarması için…” gönderilmiş Kuran’dır. Ve de kâfirlere “Gördünüz mü !”demek için. Çünkü ölüler dirilecek ve hesap görülecektir.
6. sayfada, kalasın birinin eline çürümüş kemiği alıp “Bu mu dirilecek?!?!” diyerek ufaladığından bahsedilir. “Yoktan Yaratan, var olanı Diriltmeye çoktan Kâdirdir.”
Kömürün, petrolün ağaçtan olduğunu bilen insan, isyanları oynamaktadır!
Şairin dediği gibi “Şu çıkan buluta bak şu inen suya inat” manzarasından sonra “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur” demek O’na bilerek inanmaktır.
Ölüm ve diriliş. Öl deyince ölür; Ol deyince olur. Şehrin ana elektrik arterindeki şarteli indirmek ve kaldırmak, görevlisine basittir. İşte öyle bir şey…
Her yerde söylenmesi gereken bir söz vardır. “Düğüne giden oynar; ölüye giden ağlar.” Ölmek üzere olana da Yasin okunur. Ama o kişi yine de diridir. Her şey gözünün önünden, film şeridi gibi, şöyle bir geçsin diye. Söylendiğine göre, ölümün ayak seslerinin geldiği an yaman bir zamandır. O anın gündemi, Yasin’in gündemi olmalıdır. Ayaklar kayabilir.
Yasin, ölüm ve dirilişin resmi geçididir.
“Dirileri uyarmak için” gönderilen Kuran’ı genelde, Yasin’i özelde, kendimize okuyalım.
Türküz; türkü çağırırız” demek kolaydır. Türkünün “Ayılana gazoz, bayılana limon” nakaratını bir de düşünerek tekrarlamaya devam edin, bakalım.
Ne kadar gidebileceksiniz?
http://www.edebiyatevi.com/yazi-guncelle/59299_ayilana-gazoz.html
Kur’an okumayı öğrenen her Müslüman ardından “tecvid” öğrenmeye heveslenir.
Öyle ya! Yapılan her işin güzel yapılması gerekir. Hele bu iş, Kur’an okuma olunca… Bunu gerçekleştirdiği zaman büyük bir zevk duyar; aşka ve şevke gelir. Ama neden?
Tecvid, güzel okuma demektir; Kur’an’ı “güzel okumak” kastedilir. Kur’an “Allah’ın sözü” olunca, “güzel konuşma” anlamına gelir. Yani Kur’an okunurken “Allah konuşuyor” demektir. Öyleyse cümleler düzgün söylenmelidir. Şimdilerde buna “diksiyon” denilmekte; güzel konuşma için diksiyon kursları verilmektedir.
Hoca ya da imam dediğimiz insanlar tecvidden anlarlar. Öğrenir, öğretir; okur, okuturlar. Ama anlamından anlamazlar çünkü “tecvidden anlama” gidiş konusu irdelenmemiştir. Adamın birinin “Biz babadan böyle gördük!” dediği gibi, “Biz hocadan böyle gördük!” der ve devam ederler: “Kur’anı tecvidle okumak gerekir.”
Bize göre de, bu hocalara sormak gerekir: “Ama neden? Ama niçin? Ama niye?
Tecvidin tanımından başlamak üzere, pek çok kaidesi vardır. Ağızdan çıkan harflerin çıkış şekli, harflerden oluşan kelimelerin söylenişi, kelimelerin birbiriyle birleşmesi halinde ne gibi durumların meydana geldiği, ne gibi geçiş kolaylıklarının olduğu gibi soruların cevabı aranır. Anadilimizde olsa anlamak/anlatmak kolay çünkü dilin anlamla doğrudan ilişkisi vardır ama dil yabancı olunca durum değişmektedir. Anlamadan anlamlı konuşma, kavramadan güzel konuşma meydana gelmektedir.
Bu tecvid kaidelerinden biri de sekte’dir. Sekte, “Kur’an okurken, nefes almadan durup-geçmek” demektir. Müzikte “sus işareti” ya da “es” diye ifade edilen şeye tecvidde “sekte” denir. Benim gibi hoca ya da imamlar sekte kaidesini çok iyi bilirler. “Kuran’da dört yerde sekte vardır” diye söze başlar, uygulamalı olarak misallerini verirler. Ama niye? diye sorsanız çoğu bilmezler. Çünkü nedeni sorgulanmamıştır. Askerlikteki “Tüfek çatılacak! Çaaaat!” mantığı bu ilimde de geçerliliğini sürdürmektedir.
Şimdi siz sorun ben cevap vereyim: “Neden?”
Tecvid kitaplarının anası “Karabaş Tecvidi’nden tutun da, en ayrıntılı olarak bu kaideleri anlatan kitaplara bakın. Anlamla ilgili cümleler bulamazsınız; eğer bulursanız, buyurun bize cevap atın. Burada yayınlayalım.
Bu sektelerden biri, herkesin duyup bildiği “Yasin Suresi’ndedir. Kaideye uygun okunduğu zaman cümle şu anlama gelir: Öldükten sonra dirilmeye inanmayan insanlar Kıyamet günü dirilince, “Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahmân'ın bize vaat ettiği şeydir. Elçiler gerçekten doğru söylemişler!” derler. (Yasin, 52)
Sesi kesip nefes almadan okumaya devam etme yerine hiçbir şey yokmuş gibi okumaya devam edince cümle şu şekle dönüşüverir: “Eyvah, eyvah! Bizi bu kabrimizden kim kaldırdı? Rahmân'ın bize vaat ettiği şeydir; elçiler gerçekten doğru söylemişler!”
Eğer fark etmişseniz, bu cümle, Türkçe öğretmenlerinin okullarda, “cümlede, virgülün konacağı yerin anlamı nasıl değiştirdiğini” gösteren meşhur örneğine benzemektedir.
1- Oku sen de baban gibi, eşek olma.
2- Oku sen de, baban gibi eşek olma.
Virgül, ilgili kelime önüne konulan bir işarettir ama cümleyi okurken “yarım ses civarında sus” anlamına gelir. Tecvidde “sekte” denilen şey de aynen böyledir.
Kur’an’da geçen, sekteyle ilgili öteki cümlelerde de, buna benzer hususlar yüzünden, nefes alıp vermeden; susup geçmek doğrudan doğruya anlamla ilgilidir. Dinleyenin sesi yanlış algılama ihtimalini, yanlış anlama halini ortadan kaldırmak için tedbir almadır. Yoksa can boğaza dayandığında, kurtaracak "Doktor!!!" yerine "Çorbacı!!!" diye bağırmış olabiliriz. (Kıyame, 75/27)
Kuran'ı okumak, anlamak için; tecvid kaidesi sekte ise yanlış anlamayı önlemek içindir. “Tecvidden anlama” aslında “ağızdan çıkanı kulağın duyması” yani “anlamı anlamak” demektir.
Acaba Kur'an okurken ağzımızdan çıkanı kulağımız duyuyor mu?
http://www.edebiyatevi.com/yazi-guncelle/26279_sekte%C2%B4den-anlama.html
KAYSERİ ERMENİLERİ
Bağıra bağıra “Geliyorum!” diyen Ermeni bağlığının 100. yılı nedeniyle siyasi erk de tepki olarak açıklamalar yapıyor. “Yumurta kapıya gelince saman diye gıdaklayan tavuk” psikolojisi yaşanıyor.
Daha önce Türk Tarih Kurumu Başkanlığı, bu dönem Kayseri milletvekilliği yapan, Prof Dr. Yusuf Halaçoğlu, TTK başkanı iken Kayseri İl Kültür Müdürlüğü’nde Ermeni tehciri/bir ilden başka bir ile göçe zorlanmasıyla ilgili bir konferans vermişti. Ben de (kim oluyorsam) bu yazıyı 2000’lerin başlarında, yerel basında yazmış ve “38 Kayseri Yazıları-(2007) kitabımda yayınlamıştım.
Bir kere Osmanlı’da bir nüfusu bir ilden başka bir ile göndermenin adı ‘iskân’dır. İskân, fetih sonrası nüfusu dönüştürmek ve yaramazlık yapanların ortamını değiştirmek için hep yapılmıştır. Son dönemde “İttihad ve Terakki” yönetiminin çıkardığı kanunun da adı iskândır. Buna rağmen işin uzmanlarının tehcir kelimesini kullanması, “kendi ayağına sıkmak” gibi bir şeydir. Hani Türkiye’deki aydınların sınırımızdaki ülkelere “orta-doğu” demesi gibi. Yakın doğu neresi acaba? Belli ki kavramlarımızı bile Batılılar oluşturuyor.
Biz geneli uzmanlarına bırakarak Kayseri’ye özgü durumdan, yerel kaynaklardan hareketle, bahsetmek isteriz.
Kayseri ve köylerindeki vatandaşın 1831–1860 arasındaki “Nüfus Müfredat Defteri” yani seyahat trafiğine baktığımızda, Müslüman, Rum ve Ermenilerin büyük ölçüde iç içe yaşadıklarını görmekteyiz. Ayrı mahalleler olduğu gibi, Rumlarla Ermenilerin, Ermenilerle Müslümanların ortak yaşadığı mahalleler mevcuttur. Mesela meşhur Talas’ın Han Mahallesi’nde Rumlar, Harman mahallesinde Müslümanlar, Kiçiköy’de ise hepsi karışık oturmaktadırlar.[1] Yani her şey yolundadır.
1. Dünya Savaşında durum değişir. Osmanlı Devletinde “Sadık teb’a/uyumlu vatandaş” adını alan Ermeniler dış düşmanlar ve Ermeni terör örgütlerinin gazına gelir; vatana ihanet ederler. İttihad ve Terakki Yönetimi, doğru durmayan Ermeni’lerin yerlerinin değiştirilmesine karar verir. İl mutasarrıfı/valisi Zekai Bey, dürüst çalışacak bir ekip arar ve komisyon başkanlığını zamanın Belediye Başkanı Rifat Çalıkağa’ya verir. Bünyan’ın Ekrek Köyü’nden işe başlanır ve “devlete sadakatsizlikleri yüzünden hükûmet tarafından başka yere nakledilecekleri” haber verilir. En yakın Sarız karakoluna teslim edilerek Haleb’e gönderileceklerdir.[2] O tarihte Halep, Gaziantep gibi ülkenin bir vilayetidir. Yani sınır dışı etme hadisesi değildir. Osmanlı, çeşitli tarihlerde fetih, Türkleştirme, İslamlaştırma, savunma vb. çeşitli amaçlarla “iskân” siyasetini herkese uygulamıştır. Mesela bugünkü İsrail’in elinde olan stratejik Golan Tepeleri civarına -Araplara güvenmediği için- Türkmen ve Çerkezleri yerleştirmiştir. Toroslarda göçebe yaşayan Avşar topluluklarını yerleşik hayata zorlamış ancak onlar Dadaloğlu’nun ifadesiyle “Ferman Padişah’ın dağlar bizimdir” demiştir. Yani Ermenilerin yer değiştirmesi ilk değil; sondur.
1915 yılı genel sürgün emri verilir. Savaş şartları gereği olarak, Ermenilerin Anadolu’dan çıkartılmaları gerekmektedir. Bazı Müslümanlar komşu ve tanıdıkları olan bazı Ermenileri korurlar. Mesela İslam adını almalarını sağlayarak göçden kurtarırlar.
1918’de geri dönme hakları verilir. Giderken yanlarında olan kanun, dönüşte de yanlarındadır. Valinin, dürüstlüğüne güvendiği için görev verdiği Çalıkağa, bir siyasi rakibi tarafından şikayet edilir. Görev verilirken kanun yanında olan Çalıkağa, dava edilirken kanun karşısındadır.
O yıllarda tren yolu Niğde/Ulukışla’ya kadar gelmektedir. Hastalanan eşini İstanbul’a götürmek için yola çıktığında ‘her milletten askerler’in kendisini işaret etmeleri yüzünden eşine refakat edemez; İstanbul’daki kayın biraderine telgraf çekerek problemine çözüm getirir.[3] Yani mütareke sonrasında bu işle ilgisi olanlara hesap sorulmuştur.
O yıllarda ‘7 düvel’ denilen devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki emelleri çok geçmeden gerçekleşmiştir. Ermeniler İngiliz ve Amerikan gibi devletlerce, silahla beslenen Ermeni çeteleri olarak kullanılmıştır. Onlara yataklık eden Grogeryan Ermeniler için de İstanbul konumunda olan Haleb’e göç uygulanmıştır.
Türklerin Anadolu’ya girişi olan 1100’lü yıllardan itibaren yüzyıllarca birlikte ve iç içe yaşayan, son asırlarda “sadık teb’a” adını alan Ermeniler ne olmuş da ülkenin bir şehrinden başka bir şehrine göçe zorlanmışlardır?! Değişen ve değiştirmeye kalkışan kim olmuştur? Savaş şartları yaşanmışsa -ki öyledir- savaşın kanunları bellidir. İhanetin bedeli ağırdır ve ödenmelidir. Ülke içindeki sürgün de nedir ki!
“Kurunun yanında yaşın da yanması” fiziki bir kanundur; sosyolojik olarak da gerçekleşme alanı bulur. Nitekim Kur’an’da: “İçimizdeki bazı beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin, (Allah’ım)”[4] diye bu husus vurgulanır. Sosyolojik kanun gerçekleşmiştir.
1] Keskin, Mustafa, Kayseri Nüfus Müfredat Defteri, Kayseri, 2000; s. XV.
[2] Çalıka, Hurşit, Ahmed Rifat Çalıka’nın Anıları, s. 23.
[3] Çalıka, Hurşit, Ahmed Rifat Çalıka’nın Anıları, s. 24.
[4] A’raf, 7 / 155.
Şu günlerde, Almanya'da yıkılmış olan Utanç Duvarı'nın 25. yıldönümü kutlanıyor. Bizdeki Utanç Duvarı yıkılalı iki yıl oldu ama biz yıldönümü kutlaması düzenlemedik, düzenlemeyeceğiz. Bu duvar yııkılmadan da öyle demiştik. (http://arsiv.kayserigundem.com/yazi/1439-utanc-duvari.aspx) Ancak o gün sorduğumuz bir soruyu yineleceğiz: "İkincisi olmayan bu ‘utanç duvarı’ kalktığında, biz anma programı yapmasak da, siz kendinizi kimin yerinde hissedeceksiniz?"
Gençliğimizde, dünyada ve ülkemizde insanlar kominist ve kapitalist diye ikiye ayrılmıştı. Almanya’nın Berlin şehri de coğrafi olarak ikiye ayrılmıştı. 1949'dan 1990'a kadar Doğu ve Batı Berlin olarak devam etmişti. Aradaki duvara da ‘utanç duvarı’ denmişti. 1961 yılında Sovyet destekli Doğu Alman hükümeti tarafından örülen duvar, bu ülke vatandaşlarının Batı’ya iltica etmesini önlemeyi amaçlıyordu. Doğu Alman askerleri, duvarı aşıp karşı tarafa geçmek isteyenleri vurmakla görevlendirilmişti.
2006 yılında, Berlin Duvarı’nın örülüşünün 45’inci yıldönümü münasebetiyle, duvarı aşıp Batı’ya geçmeye çalışırken öldürülen 100’den fazla Alman törenle anıldı. Berlin’deki törene ölenlerin yakınları, İçişleri Bakanı ve Belediye Başkanı de katıldı. Duvarı aşmak isteyenleri vurmak için görevli askerler, töreni izlemekle yetindiler.
1989 yılında yıkılan Berlin Duvarı'nın kalan bölümleri, halen anıt olarak tutulmaktadır.
Bunlar, ülkeler arası duvarlardı. Bir de ülke içinde, ülke vatandaşlarına karşı örülmüş utanç duvarı var. Öncelikle, kimi kurumlarda ‘kamusal alan’ denilen yerlerde, giriş kapısında, vatandaşın verdiği vergilerden maaş alan görevliler de var. Utanç duvarına hâkim kulübede bekleyen askerler gibi… ‘Ekmek kapısı’nda, isteyerek-istemeyerek, başörtülüleri içeri almayan görevliler var. Ancak onlar maşa, biz maşayı tutan elleri kasdediyoruz.
Hemen her gün, başörtü ile ilgili ilginç bir haber duyuyoruz. Bu hafta, Adana Kozan’da, askerî ve mülkî erkânın yani komutan ve kaymakamın olduğu, öğretmenler günüyle ilgili bir ortamda; daha önce yaşanmış trajedilerden biri yaşandı. Açılan yarışmada birincilik kazanan öğrenci, başörtülü olduğu için, kürsüden indirildi. Öğretmenler günüyle ilgili programda, birincilik ödülü verilecek başörtülü kıza haddi bildirildi.
Öğrenciyken, beğenmediğimiz bir mesele olunca, ‘Ben bakan olunca, halledeceğim’ derdik. Bırak bakan olmayı, adam başbakan oldu, cumhurbaşkanı oldu; halledemiyor. Bu başörtüsü nasıl bir şey ki!…
Bu başörtü nasıl bir şey ki… Meclise giremedi; haddini bildirdiler. Başbakanlık konutuna giremedi; eşinden ayırdılar. Cumhurbaşkanlığı köşküne giremedi; çünkü bazıları içlerine sindiremediler. Oysa komutanlara milli mücadele yolunu açan Sütçü İmam’ın ilk kurşunu, başörtüyü çeken Fransız askerlerine çekilmişti. İlk millet meclisini kuran sarıklıların, feslilerin kadınları başörtülü idi. Kahraman Maraş’ı işgal etmeyen Fransalı Fransızlar, laikliği icad eden, birilerine dikte ettirenler bunu problem edinmiyor. Size ne oluyor ki…
Fes dedik de aklıma geldi. ‘Gavur padişah’ denilen 2. Mahmud önce askere sonra resmi görevlilere sarığı kaldırıp fes giydirdi. Sonra kraldan çok kralcılar, ‘gelenin keyfi için’ mezarlıklardaki sarıklı mezar taşlarını kırdılar. Ardından sarığın başına gelenler fesin başına geldi. ‘Zorla giydirmek ve zorla açmak’ demek ki ilk değildi. Onun ki padişahlıktı ya sizin ki?!...
Ülkenin aydınlık yüzü olacak, vatandaşların ufkunu açacak üniversitelerde, adı gibi ülke diline yabancı kampus/yerleşke denilen alan var. Kayseri’de yaşıyorsanız, Fen-Edebiyat Fakültesi’nin önüne gidiniz. Kapı önüne varınca sağ tarafta güvenlik odası, sol tarafta gelen başörtülü genç kızların yönlerini dönüp başlarını açtıkları duvarı görürsünüz. Utanç duvarını. Almanya’nın utanç duvarı ikiye bölünmüş bir şehirde, iki ülke, iki ideoloji arasındaydı. Ya bizimki…
Kompozisyonda birinci olan kızı başörtülü diye kürsüden indirirsiniz; çünkü bugün kral sizsiniz. Kalemini açtığınız kızımızın inancını da bilediniz. Bu kafalar ve kalemler utanç duvarını kaldırmak için alt-yapı oluşturuyor. İkincisi olmayan bu ‘utanç duvarı’ kalktığında, biz anma programı yapmasak da, siz kendinizi kimin yerinde hissedeceksiniz?
SÖZLÜ KÜLTÜRÜN KÖKLERİ
Biz, gaz lambası yanan odalarda, büyüklerin sohbetlerini ve masallarını dinleyerek büyüdük. Sedir büyüklerin yeriydi. Özellikle uzun kış gecelerinde, komşular birbirine “mahleci/mahalleci” gelirdi. Sohbet edilirdi.
Rahmetli babam anlatırdı: Babası, geceleri uyuyamazmış; zaman 1950 öncesi, elektrik yok, gaz bulunmaz. "Güneyin taşını kuzeye, kuzeyin taşını güneye taşıdım; sabahı edemedim." dermiş. Babam da sabahı getiremeyince bunu anlatırdı. Ne kadar gülünç gelirdi; yatacaksın da uyku tutmayacak. Ben de bugün, gece yarımda yatıp bir buçukta geri kalktım; uyku tutmamıştı. rahmetlinin anlattıklarını hatırladım.
Rahmetlinin sesi güzeldi. Karacoğlan'ı, Refik Başaran'ı şimdilik geçelim de, Seyrani(ö:1866)den de türküler söylerdi. Bizim kaza / ilçenin adı eskiden Develi Karahisarı'ymış. Develi nere ki. Şimdiki Develi İlçesi eskiden Everek’ti. Şimdiki Yukarı Develi'ye çıkan kişi, Karahisar’a bakıp gözünü sağa oynatınca Kesteliç/Gülbayır’ı görür.
Aynı türküyü, babamın küçük kız kardeşi/amem, işleme/dantel işlerken söylerdi: Belki de Küçükağa’sından sık sık dinlediği için.
"Seyrani'nin cebi delik/ Her ne koysam döker saçar"
Dinlediğimde çocuktum; arkasını unuttum; açsam kitabından bulurum ama burada ne varsa, rahmetli'den kalmalı. Ona babasından kaldığı gibi. "Seyrani'nin cebi delik!" Çocukluk işte. Sanki aba’sı cebinin astarını dikmez miymiş?! diye düşünürdüm. 25 kuruş koysa, düşer. Yazık olur.
Rahmetli, atı çok severdi. Benim hatırladığım kadarıyla öküzü çok kullanmıştı. Sonraları yine at aldı ama at, öküzün yaptığı işi yapamıyordu. Güçlü diye -aslında ata benzediği için- katır aldı. Kara katır'ın adı "kara kız"dı. Bilmem kaç beygir gücü vardı. Aynı günlerde 65 beygirlik traktörler çıkmıştı; alacak parası da vardı ama alamadı. "Kurt, gördüğünü ulurmuş." derler.
Sonunda hepsini sattı, eşeğe kaldı. Ama bir eşeği vardı; at gibi. Ne derse yapar, ne yapsa anlardı. Onun da “kara kızdı” adı. Kara kızı çok severdi. "Çoğu adamdan anlayışlı" derdi. Yüksek olduğu için artık binemiyordu, “sat” dediler. İyi de para verilmişti; satamadı. Kendisi rahmetli olunca, komşu köydeki müşteriyi çağırdık; hayrına verdik. Oysa adam bir yıl önce parayla alamamıştı.
Eskiden Ahır sekisi'nde oturulurmuş. Biz görmedik ama işittik. Evin bir odası gibi, ahırın bir odası evmiş. İnsanlar ya ahırdan odaya ya odadan ahıra geçermiş. "Oturduğu ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü!" sözünü anlamakta güçlük çekmedik. Çünkü biz hayvanlarla iç içe yaşayan bir geçmişten geldik. Evimizin altı ahırdı. Kışın “alttan ısıtmalı” gibi olurdu. Zaten odanın tabanı topraktı.
Bekar gençlerin, yaz akşamları eve geç gelme sevdaları vardı. “Saat dokuz delikanlısı” denirdi. Babamız da bir zamanlar delikanlıydı, aynı şeyleri yaşamıştı ama duramazdı. Hani derler ya: “Yük devesi anırgan olurmuş.” Geç kalınca kızar; “Çok gezen pabuç, b.k getirirmiş!” derdi.
Rahmetli gençliğinde, köyün iki km. doğusunda bulunan, kayadan oyma inlerin bulunduğu "Ağasma”da, çok davar yemlemiş, çok köpek beslemiş, çok kurt sürüsü görmüş. Bozkurt'u duyarsınız ama yalımsak'ı işittiniz mi? Biz zaten kurt’u “canavar” olarak bilirdik.
Babam, benim çok sonra "Dede Korkut Hikâyeleri”nde bulduğum; "Basat'ın Tepegözü Öldürmesi" hikâyesini babasından, Ağasma'da dinlemiş. Hatta Tepegöz, oradaki ağılda, 300 koyun tek tek ağılın kapısından çıkarken yoklamış. Ne ki Basat akıllı. Koyun postuna bürünmüş. Olay Ağasma'daki ağılda olmuş. Şimdi düşünüyorum da, "Keşke rahmetliye babasının anlattığı hikâyeyi, Türkistan'da yaşamış Dede Korkut'tan okusaydım." diyorum. Ama bırak; kendi saflığında, el değmemişliğinde kalsın. Onlar Derbentbaşı'nın hemen altındaki kayalıkları oyup adını Kesteliç koymadılar mı?! İç Kestel'den inip Yavaş'a nazır ovanın adını Kestelic koymadılar mı?! Eski Kestelic geride kaldı. Kestelic'in ise şimdiki adı Gülbayır. Köy, bayırda kurulmuş; girişinde 1. km. bayır yol var. Ama insanı çalışkan ve üretici. Bu yüzden, ben ilkokuldayken, okulumuzun girişinde yazardı: Gülbayır Köyü İlkokulu. Ama biz sorulunca "Kestelic'liyiz derdik. "Kesteliç'li / Kerme dişli!" diye dalga geçerlerdi. Kerme ne diyeceksiniz. Ahırdaki hayvanların pislikleri yine ahıra bastırılır. Üzerine kuruluk atılır. Çiğnene çiğnene kalıbını alır. Bahar gelip hayvanlar dışarıya, yaylıma çıkınca kurur. Yazın bel küreğiyle parça parça kesilerek kalbur'larla, kucakta dışarı çıkarılır. Kalbur mu? Gözer'in küçüğü. Kermeler güneşte kuruyunca toplanıp bir yere kayılır. Kışın odunla birlikte yakılır. Onlar kok kömürünü bilmezlerdi siz de b.k kömürünü bilemeyebilirsiniz.
“İçerde soy davası / Dışarda köy davası" derler ya. Biz de öte mahalleye hava atardık: "Öte mahallenin uşağı / Kendirden kuşağı!"
Komşu köy dedim de aklıma geldi. Komşu köyümüz Erdemesin. İçeri köy Rum köyü. Battal Gazi, bizim köy İç-Kestel'de olduğu için, yani Türkmen olduğundan, bayırlara tırmanmayıp keseden kestirmeden geçmiş. "Kes de geç!" demiş. Hikâye bu ya. Adı Kestelic kalmış. Rum Köyünün üç tarafı yalçın kayalık, daracık bir girişi var. "Ben de burayı almazsam, bana Er demesin'ler demiş ve almış. Köyün adı Erdemesin kalmış. Derken aynı yıllarda pırpırlı askerin biri, o köylü bir ere memleketini sormuş. "Erdemesin" deyince "Olmaz!" demiş. Bundan sonra sizin köyün adı Erdemli olacak ve olmuş. "Tüfek çatılacak; çaaatt!" O er, o gündür bugündür erdemli olmalı!
Hikâye dedim ya, Kes de geç’in de yakıştırma olduğunu bu yaşta anladım. Geçen yaz Keşlik Köyü’ne, camisindeki tarihi eski yazıyı tesbite gittiğimde, kayadan oyma Keşiş’liği gezdim. Oradaki “Kestel’i görünce, “Haaa..” dedim. Kefek kayalara oyma evlerden oluşan yerleşim birimi olmalıydı.
Rahmetli bir vesileyle anlatırdı. Nasreddin Hoca bir gün eşeğiyle gidiyormuş. Eşeği, yola akıtan başka bir eşeğin pisliğini koklamış. O da inip, kokladığını eşeğin torbasına doldurup boğazına asmış. Ardından: “Kokladığın gibi ye!” demiş. Bunu, oğlanın istediği kıza, kızın da istediği oğlana verilmesi için anlatırdı. Büyüklerin sözü dinlenmezse, herkes isteyerek yaptığının sonucuna katlanmalıydı. Kimseye suç yüklenmesin. Herkes, kokladığını ...Ders, alınmıştır. Şimdikiler, "Mesaj yerine ulaştı" diyorlar.
Ya Rabbi, ne kadarda eşekle ilgili sözü vardı. Ona da babasından kalmıştı. Babam diye demiyorum. Atasözü. Dediğini yapmadığımız, sözünü tutmadığımız zaman misal getirirdi: "Eşeği sahibinin dediği yere bağla da, kurt yerse yesin!"
Kaygısız geçmeyen günlerini anlatmak için, kendi kendine söylenirdi: Adam, “Bu gece rahat bir uyku uyuyacaktım; komşunun eşeğini kurt yedi!” demiş.
Misaller hep hayvanlardandı.
- Alışmadık g.tte kuskun mu durur?!
- Olacak oğlak, b.kundan belli olur.
- Ev danası öküz olmaz.
- İti öldürene sürütürler.
- Öküzün büyük olsun da, çifte yürümezse, yürümesin.
- Tosun cızıya yatınca çiftçi koca öküzü dövermiş; sen ona göz kırptın diye. “Temsilde hata olmaz.” derler işte.
Toy delikanlı iken, her gün işe gitmeye erinirdik. En iyisi yemek yemeyip işten sıyrılmaktı. Babamız olmadığı zaman bir yolunu bulur, küser; yemeği yemezdik. Ağabeyimiz sofradan mesajı gönderirdi: Mallara saman verilince öküz “Beni her gün çifte koşuyorlar; inek ahırda yatıyor” diye yemi yemezmiş. İnek yemeye devam eder: “Ben yemi yiyeyim de çifte gidecek belli olur!” dermiş. Ac acına işe giderdik ama bir defa.
“Üç kuşak” boyunca neler oldu neler. Ahır sekisinden apartman dairesine geçtik. Ama rahmetliden aldığım kültür, “Sen Türkmen misin kesin bilmiyorum ama Türk’sün.” diyordu.
Uykumun kaçtığı bir gecede, “güneyin taşını kuzeye, kuzeyin taşını güneye atacak” durum kalmadığı için, kalkıp bunları yazmasam, aklımda kalmayacak; unutulmuş bir rüya olacaktı. Kalktım; bilgisayarın başına oturdum, yazdım. Sanıyorum, namaza kadar beni uyku tutmaz; kılmadan da yatarsam, şeytan kulağıma işer. Rahmetli, güneş doğmaya yaklaşırken kılınan sabah namazına "Sel önünden kütük kapar gibi." derdi. O da bir şey. Ya sel alıp götürürse...
Elektriğin olmadığı, gazın bulunmadığı bir dünyada, babamı uyku tutmayınca “babasının dediği”ni söylerdi. Kendisi harfleri çatmayı yani okuma / yazmayı askerde, kendi anlattığına göre “bir gecede” kavramıştı. Babası Yusuf Ağa’nın (Y. Işık) mührü sonunda bana hatıra kaldı.
Elektrikli, bilgisayarlı gecelerde, uykum kaçınca rahmetlinin Seyrani’den söylediği türkü aklıma gelir:
"Sekiz olur dokuz olur
Tosun büyür öküz olur
O da bir gün göbe s.çar."
Bu kıta, bir dörtlük olmalıydı; yine birini unutmuş olmalıyım. Seyrani kitabı elimi uzatacağım rafta duruyor, ama eksiği bulup yazsam ne önemi var! Göb’ü okuyanlardan kaç kişi anlıyor, biliyor ki ? Hele “göbe sıçma”nın anlamını? Yani psikolojisini!
Ben işte tam oradaydım.
NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ
NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ
KAFKAS ÜNİVERSİTESİ
NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ
PROF. DR. MUSTAFA IŞIK ( YÖK Researcher ID: 18841 )
Operator: 0384 228 1000 Extension: 17022 Mobile Phone: 5532677926
Personal Site/Blog: http://biz.nevsehir.edu.tr/mustafaisik
Business Address: 2000 Evler mh. Üniversite alanı Küme evler 21/13